30 Eylül 2015 Çarşamba

İyi, güçlü, özgür ruh...

Bir gün bir arkadaşımla haksızlığa uğramalardan, kötü insanlardan falan konuşuyorduk. O gün demiştim ki: “Eninde sonunda iyiler kazanır, göreceksin…” Anlamsız baktı suratıma… Polyanna mıydım neydim?.. “Sen hiç çizgi film izlemedin mi” dedim… Saçmaladığımı düşündü… Aslında ben çok ciddiydim… Şimdi düşünüyorum da, sadece bir kelimeyi eksik söylemişim: İyi ve güçlü insanlar bir gün mutlaka kazanacak…

Güçlü insan öyle kolay olunmuyor… İyi ve güçlü insan hiç kolay olunmuyor… Kanırtıyor insanı… Canını acıtıyor, savunmasız bırakıyor zaman zaman… Özgürce uçan, göz alıcı desenli kelebek olmak için önce o kozadan çıkmak gerek… Az buz mücadele değil bu… Yumuşacık dokunla, her türlü tehlikeye açık rengârenk yapınla o kozadan çıkacaksın bir kere… O dokunsalar incinecek gibi görünen kanatlarınla kanırta kanırta… Yorula yorula… Acıyacak söyleyeyim… Üşüyeceksin de biraz çıkınca… Rüzgar savuracak uçmaya çalışırken… Ama korktuğun sürece, ne özgür olabilirsin, ne uçabilirsin, ne çiçekten çiçeğe konabilir ne güzelliğinle görenleri büyüleyebilirsin… Kendini sakladığın yerde, ne idüğü belirsiz bir canlı olarak yiter gidersin… Ve bu sadece tercihtir…

Bakın, güçlü kadın, güçlü erkek, adam gibi adam, kendi ayakları üzerinde duran kadın demiyorum… Bunları yazanlar bana bi acayip geliyor hatta… Herkes bir şikayette…

“Adam gibi yürekli olacaksın, kadınını tutup koparacaksın, sahip çıkacaksın, üzerine kapanıp bütün tehlikelerden koruyacaksın”. Neden abicim, mağarada mı yaşıyoruz? Erkeğin kendini koruyup kadının koruyamayacağı ne var günlük yaşamda?.. Niye biri birini koruyor, hayatı paylaşmak ve güçlüklere beraber göğüs germek varken?.. Hm, paylaşmak daha çok sorumluluk istiyor olabilir… Kedi besler gibi kadın beslemek daha kolay J

Ya da başka bir açıdan bir tık daha komiği var: “Taviz vermeyeceksin, zaaflarını kimseye göstermeyeceksin, hele kadın milleti mi? Şeytan! Allah muhafaza… Muhakkak eninde sonunda gerçek yüzünü gösterir, cadı o! Kaç! Saklan!”… E yakalım onu istersen canım ya, yeter ki sen korkma bu kadar J Allahım daha yazarken ta… ay ne diyorum ben J testosteron (erkeklik hormonu) koktu… Bu ne be… Böyle adamlara “boooo” yapıp kaçasım geliyor J Ya da şöyle: “Pşşt, sen bi gelsene şöyle, bişey denicem”… Altına etmezse insan değilim J

Güçlü kadına gelince… “Güçlü kadın şunu yapar, bunu yapar ayy 10 parmağında 10 marifet vardır, erkeğe ihtiyacı yoktur, çocuk da yapar kariyer de, yemek de yapar gezmeye de gider, koşar koşturur…” Ay yoruldum! Yapma sen… Allah aşkına YAPMA… Yapacaksan bu kadar konuşmayacaksın, yapacaksın bir zahmet, çocuk senin çocuğun, yemek dediğin şey senin ve ailenin bedeninin yapı taşı, sağlığın, sofra dediğin şey başlı başına keyif, kariyerin geçim kaynağın… Eğlence sosyal hayatın… Vallahi bu kadar abartmadan yapılıyor, yapılmışı var… He yapmaman gerektiğini düşünür de bir hırsla yaparsan fazla gelir tabi, sonra böyle delirir yaptıklarını tek tek yazarsın işte… Seni çekecek erkek de kalmamıştır hayatında… Sonra güçlü kadınları hiçbir erkek kaldıramıyooo… Sen her yaptığını adamın başına kakarsan geçmiş olsun…

He bi de güçsüüz, “sıradan” kadın olup, korunmaya kollanmaya çok ihtiyacı olup, prenses gibi evde oturanı var… Ay o çocuk büyütüyor, şimdi yemek falan da yapamaz… Kocasını hoş tutmaya da gerek yok… Ay tapusu onda nasıl olsa… Çocuk verdi ona… En güçlüsü bunlar esasında, günümüzün kadını dediğin budur. Vallahi… Çözmüş o dinamikleri, amacı belli, hayatı belli, rahatı yerinde, canı kıymetli… Adam delirip boşanmaya kalksa alacağı tazminat belli, karnı tok sırtı pek… Ne sağlıklı ilişkiyle ilgili endişesi var ne çocuğunun iyi yetişmesiyle (ay çocuğu hep yanında ya canım, daha ne yapsın, ben de bazen abartıyorum)… Derdiniz “aile” olmak değilse eğer, o kadın kadınlık dersi alınacak kadındır, ben daha burada oturur çook yazı yazarım…

Benim için “aile” esastır o ayrı… Analarınıza babalarınıza iki dakika bakın da, modernleşme adı altında harcadığınız ailelerinizi egonuzla sıvamayın. Gün geçtikçe zayıflaşıyoruz, yakında embesil nesiller geliyor ben size söyleyeyim… Siz çocuklarınızı sokaktaki yağmurdan koruyun daha… Sokağa çıkmaktan korksun çocuklarınız… Çok az kaldı bizi bilgisayarların yöneteceği günlere… Annelerimizi yönetmesi mümkün mü ama be, hey yavrum hey! Öyle “ben kaynanamı sevmiyoruuoomm, ay annemle anlaşamıyoruuoozz, o çok klasiikkk” demekle olmuyor J Can onlar can!

Bi de şu söylem var, joker ve benim favorim: “Rakı içen kadın, kadın madın değildir, öyle romansı, öyle masalsı, öyle yaşanası, Aman Allah’ım, hiç östrojen (kadınlık hormonu) yoktur onun içinde, kadın değldir zaten o, mutantdır”… Öyle de olmuyor canım o işler… Sonra insan olduğumuzu görünce şaşırıp kalıyorsunuz J Evet rakı içmek yaşanmışlık ister, adap ister, edep ister, içince kendini bozmayanı ister… Rakı karakterli içkidir, öyle her yola gelmez, herkesle içilmez… Erkek olsun kadın olsun, rakı sofrası iyi ahlak ister, bir kere sofraya oturduğun insanı satmayasın ister… Aslan sütü ya bu meret, sofraya beraber oturduğun insanın yanında iyi günde kötü günde “aslan” gibi durasın ister… Düşeni tutasın ister… De… Rakı içmekle rakı kadehini eline alıp rakıyı midene dökmek aynı şey değil işte… Rakı içen kadına sonra belki döneriz, o konuda söyleyeceklerim var… Ama soran olursa ben gazoz içiyorum bu ara J Rakı içen kadın çok var J

Size bir sır vereyim mi? Yaşamak da bu değil, mutlu olmak da, güçlü olmak da… Ve hatta özgür olmak da bu değil (Oo… “özgür” insanlarla ilgili de çok tatlı tespitlerim var, bir başka yazının konusu olsun J )… İstanbul’a geldiğimde buradaki insanları “Alice Harikalar Diyarı” nda amaçsız, anlamsız sürekli koşan ve sürekli “geç kaldım, çok acelem var” diyen tavşana benzetmiştim… Gözünüzün önüne geldi mi?... O tavşanız işte bu “harikalar diyarı” nda… İstanbul gerçekten bir Harikalar Diyarı… Ama biz amaçsız koşturan tavşanlarız işte… Bir masala havadan düşmüş, geçmişi olmayan, anı yaşamayı unutmuş sadece geleceğe yetişmeye çalışan aciz, zayıf birer tavşan… “Ama çok iyi koşuyorum” diye avunan…

Ne zaman “güçlü şehir insanı” ile ilgili yukarıdaki örneklere benzer yazılar okumaya başlasam önce çok hoşuma gidiyor, “Aa ne güzel yazmış ya, paylaşayım” falan diyorum, sonra kendine acıma, kendini üstün görme, hırs, ajitasyon veya manipülasyon içeren en ufak bir cümleye denk geleyim son derece rahatsız oluyorum. Bir kere güçlü insan “en birinci benim” diye hırs yapmaz benim anlayışıma göre… Hatasıyla sevabıyla neyse odur… Basitçe hayatını yaşıyordur… Hata ve zaaflarını kabul etmek büyük güçtür… Özgürlüktür… “Hayat bu canım, hata da yapabilirim” dir, hırs yapmaz… Sonra, güçlü insan kendine acımaz… Bir konuda sıkıntı yaşadıysa etrafında suçlu aramaz, durumu sahiplenir… Her şey insan içindir, bunu bilir… Hayatının kontrolünü eline alır, derslerini öğrenir, mesafesini belirler, yoluna devam eder… O yüzden karşısına çıkan insanlardan kolay kolay korkmaz... Özgürlük dedik, dedim ya ben bununla ilgili çok yazarım, çok da eğlenirim… Şu kadarı bu yazıya girsin: Kendini ve yaşamını olduğu gibi kabul eden, kendini saklamayan, olduğu gibi görünüp istediği gibi yaşayan insan özgürce uçan renkli kelebektir (bir yere konmuş kelebekle karıştırmayalım, ayıp J )… Kendini sert duvarlarının arkasında saklayıp, kabuğunun dayanımına güvenip kendisini yaşamdan alıkoyan insan ise kozasının içinde yitip gidecek, özgürlüğün ve rüzgarın keyfini hiçbir zaman çıkartamayacak ve “bir güncük” ömrü olan kelebek kadar adı ve rengi anılmayacak bir “canlı” dır…


Neyse, iyi dağıttım, son paragrafta bir toplayayım da nasıl bağladığıma şaşırıp kalın J… İyi ve güçlü insanlar özgürdür… Biraz tasavvuf yapmak gerekirse (her din ve birçok felsefeye göre bu böyle, ben en büyük enerjiye Allah demeyi seviyorum, siz inancınıza göre okuyunuz), iyi, güçlü ve özgür insanlar “Yaratan”ı içinde, yüreğinde hissedebilmiş insanlardır… Allah, saf sevgidir… Allah inancı beraberinde teslimiyeti de getirir… Korkunun, kötülüğün, hırsın, nefsin enerjisi ise sevgiye, yani yaratana karşıdır… Allah’ın enerjisinde endişe yoktur, aşk vardır… O her şeyi mümkün kılabilir… Gücü sonsuzdur… Ve yaşadığımız her tecrübe, yaşanmaya değer olduğu için, yaşanması gerektiği için karşımıza çıkmıştır… Hepimiz ta derinimizde bir yerde tanrının parçasıyız (ya da bütünün bir enerji parçasıyız)… Birleşirsek O’nun kendisi oluruz… İçinde sevgiyi ve iyiliği büyüten her insan tanrı özelliklerini yüceltmiş, çoğaltmış ve tanrının gücünü yanına almıştır… Ve “Tanrı” ya da “bütün” eninde sonunda kazanacaktır… 

22 Mart 2014 Cumartesi

Şarkı Söyle Neşelen!

Senin de bazen durmak istediğin olur mu?... Durmak ve devam etmemek... Sırtını gövdesine yaslayıp gölgesinde dinlenebileceğin koca bir ağaç bulmak... Ya da sımsıkı sarılıp göğsüne kafanı yaslayabileceğin koca bir adam... Güvenle ve sakince orada durmak... Nefesinin sesini dinlemek... Hiç birşeye dahil olmamak... Öylece, ve sessizce... Sadece zamanın geçmesini beklemek...

Ben ne zaman böyle hissetsem, kampları düşünürüm... Şimdi bahsedince dışarıdan "yavru kurt" kadar naif görünen, ama hatırladıkça beni önümdeki vahşi hayata bu kadar güzel hazırladığı için şükürler ettiğim "izcilik" yıllarım...

İlk kamplarda herkes, mutlaka "burada ne işim var benim?" diye geçirir içinden... Hele de soğuksa... Hele de ıslaksa... Yorulursun yürümekten, takatin kalmaz... Birileri şarkı söyler, sanki her şey çok güzelmiş gibi... Hayret edersin... "Bu gece nasıl geçer" dersin... Çadırda nasıl uyunur?... En önemli şeyi unutmuşsundur, kesin! El feneri mesela...  Gece uyku tulumunda uyurken çişin geldiğini düşünsene bir...

Uzun yürüyüşler vardır... Uzun ve çetrefilli... Genelde en güzel manzaraları görebilmek için, yokuş yukarı olur bu yürüyüşler... Yürüyüş için kampı ilk terk ettiğinde nasıl heyecanlısındır önündeki güzel gün için... Ama gün uzun, yol yokuş, hayat zor... Çok da uzun sürmez "yapamıyorum" demen... Benim için öyleydi en azından... Bir saat sonra "yapamıyorum!" derdim... Gelemeyeceğim... Ak ciğerlerim göğüs kafesimi zorluyor... Bütün kan suratıma pompalanıyor sanki... Kalbim çarpmıyor, ağrıyor... Gerçekten yapamayacağım... Beni burada bırakın, birkaç saat sonra dönerken alın, n'olur... İşte o anda "olmaz" der liderlerden biri... Kızarsın başta ısrarına... "Olmaz" der, "çantanı ver bana"... Biraz mahçup olursun, "benim çantamı neden o taşısın"dır... Verirsin çaresiz... En arkada kalırsın, yanında yürür... Hatta ilk molada der ki: "En arkada yürümen doğru değil, en öne geçeceksin, en öne geçeceksin ki grubun hızı da zorlanana göre belirlensin"... Sana saçma gelir bu fikir, ama yine de öne geçersin... Sonra yavaş yavaş tekrar arkada kalırsın... Bir sonraki molada tekrar öne geçersin... Böylece geçer saatler... Ve zirveye ulaşırsın grupla birlikte...

İşte o zirveyi gördüğün an bir koca ağaç bulursun sırtını yaslayacak... Kuru üzüm-leblebi... Karşında bir manzara... Bembeyaz bulutlar ve yemyeşil ağaçlar... Ne kadar pofuduk diye geçirirsin... Terlemişsindir, yüksekler soğuk, biraz üşürsün, ama önemli değildir... Gözünü kapatırsın... Doğayı dinlemek istersin... Önce sadece nefesinin sesini duyarsın... Sonra yavaş yavaş normale döner, nefesin de, ciğerin de, suratın da... Dönüş daha kolay... Bırak kendini yokuş aşağı... Başla izci marşına: "haydi haydi haydi izci şarkı söyle neşelen!"

Kampa geri döndüğünde sıcacık ateş bekler seni... Evindir, içini ısıtır kamp yeri... Yemek hazırdır... Bir tek kamplarda her şey lezzetlidir... Çaydanlıktaki suya bol şeker koyup yapılan tam olarak yumuşamaya vakti bile olmamış kıtır kıtır kemal paşa tatlısı bile... Hele o kamp çayının tadı... Ahh... İşte hayat da mutluluk da bu dersin... Şehirde görsen yüzüne bakmayacağın şeylere defalarca ve defalarca şükredersin...

Artık "burada ne işim var" dediğin o yer senin evindir, hayat okulundur, hayatının anlamıdır... En önemli şeyleri tecrübe edeceğin yegane yerdir... Şehir geride kalmıştır... Ailen, sevgilin, sorumluluklar, sınavlar, kavgalar... Başka bir dünyada kalmıştır... Burada tek kaygın günü geçirmektir, ateş sönmesin, yemek zamanında olsun, kampa vahşi hayvanlar dadanmasın, günü nasıl geçirelim, bir oyun oynansın...

Yıllar ve kamplar böylece geçer... Sonra gün gelir... Birisi bir yürüyüşte: "liderim ben yapamıyorum" der... "Olmaz" dersin... Ben senin yanında yürüyeyim... Yürüyüşün en sıkıntılı yerinde bir marş söylemeye başlarsın... Neşene şaşırırlar... Gece birisi gelir "polarımı unutmuşum" der, çıkarır kendininkini verirsin... Mahçupça: "olmaz, sen üşürsün" der, "üşümem ben, izci üşümez" dersin... Ayakkabını verirsin bir başkasına, belki kendi ayakların ıslanmasın diye çorabının üzerine çöp torbası geçirirsin onun ayakkabısını giymeden... Üşümek önemli değildir senin için... Çünkü sen biliyorsundur, üşüsen de, ıslansan da, yorulsan da... "Yapamıyorum" demeyeceksindir... Çünkü kamp ateşi içini ısıtacak, ateş başında "Karlı kayın ormanında bir pencere sarı sıcak" derken koluna girdiğin arkadaşın sana güç verecektir... Çünkü ertesi sabah miss gibi dağ havasına uykunu almış bir şekilde uyanacaksındır... Ve kamp çayı hazır olacaktır... Ve birisi sen titrerken eline o çayı tutuşturacaktır... Önemli olan tek şey, "yapamıyorum" diyene biraz motivasyon verebilmektir... Çünkü zorda hisseden, o anda ertesi sabahı düşünemeyen, ateşin harika dansını göremeyen... Sadece üşüdüğünü düşünen ve "yapamayacağım" diyen odur... Çünkü onun keyfi yerine gelirse, ve bir diğerinin... Kampın da keyfi ve neşesi yerine gelir... Ancak o zaman şarkılar söylenir!

İşte benim için hayatın özeti yukarıda yazdığım satırlardır... Bazen "yoruldum, yapamıyorum" dersin, işte o zamanlarda yokuşun sonundaki en güzel manzarayı düşünmelisin... Yapacaksın... Önden yürü... Gerekirse yeniden geride kal... Sonra tekrar önden yürü... Yapabilirsen inadına şarkı söyle! İnan ya da inanma bu seni motive eder! Üşürsen, yorulursan kampa dönüşünü düşün! Sıcacık kamp ateşini... Kamp yemeği de kamp çayı da o anda bulabileceğin en lezzetli şeydir, mümkünse o anda annenin yemeklerini düşünme, katır kutur kemal paşa tatlısının tadını çıkar!

Eğer bugün zor bir yolda ben senin yanında yürüyorsam, sana sırtımdaki ceketimi ya da ayağımdaki ayakkabımı veriyorsam, kendim de üşüyeceğim halde... Israrıma kızma lütfen... Sessizce ve sadece sana destek olmak istiyorum... Bana borçlanmıyorsun... Ben senin için bir fedakarlık yapmıyorum... Senden hiç bir karşılık beklentim yok... Keyifle ve huzurla al verdiğimi, çünkü biz aynı kamptayız... Çünkü kampın motivasyonu benim için önemli... Çünkü hepimiz keyifli olursak eğer, ancak o zaman şarkılar söyleriz ateş başında... Ve hepimiz keyifli olursak eğer, keyifle hatırlarız bu kampı yıllarca ve yıllarca...

Ve an gelir ben de "biraz yoruldum, durup dinlenmek istiyorum" diyebilirim... Bazen ilk kampımız gibi hissederiz hepimiz hayatta... İşte o zaman... N'olur biraz yanımda yürü... Ve bir türkü söyleyelim birlikte, Zülfü'den olsun... Birazdan kendime gelirim...

11 Kasım 2013 Pazartesi

Eşyalar İnsanlar ve Anlamlar

Eşyalara ve insanlara fazladan anlamlar yüklememeli...

Amacına uygun kullanılmalı eşyalar, eskimeli en sevdiğiniz bile... Bozulana kadar kullanılmalı... Bir kenarda boynu bülük beklememeli... Eski sevgiliden ya da kaybettiğiniz bir yakınınızdan kalanlar mesela... Ne bir kenarda çürümeye terkedilmeli, ne çöpe gitmeli... Kıyafetse eğer, giyilmeli yırtılana kadar, kalemse kullanılmalı bitene kadar... Ömrünü hakkıyla yaşamalı o da... Size birşeyleri hatırlatmalı, ama "hiç sahip olmadığı" misyonlar yüklenmemeli... Ağlatmamalı karşınıza çıktığında...

O şarap mesela, özel bir günde açmak için beklediğiniz, bu gece açılmalı, bundan özel gece mi var şu anda, bundan "başka" gece mi var... O beklediğiniz en özel geceye layık çok "özel" bir şarap bulunur nasıl olsa...

İnsanlara fazladan anlamlar yüklenmemeli... Beklentiler, misyonlar yüklenmeden sevilmeli herkes... Dostsa dost, arkadaşsa arkadaş, sevgiliyse sevgili, tanıdıksa tanıdık... Zaten zaman geçtikçe kendi anlamını yükleyecektir herkes... Ve herkes kendi yüklendiği yerde sevilmeye değer olacaktır... "Hiç olmadığı" anlamlar yüklemeye çalışmamalı insanlara... Beklentileri artırmak sadece "hayal kırıklığı" ihtimalini artırır... Oysa herkes zaten "olduğu" yerdedir... Ve zaman içinde, sizin hayatınızdaki yerlerini alırlar... Hepsinin yeri çok değerlidir, hepsi ayrı ayrı sevilmeye değerdir... Önemli olan, sizi hayatlarının ve gönüllerinin  neresine kadar almak istedikleridir... Ne kadar samimiyse insanlar, o kadar gönlünüzdedir... Ve bir kere gönlünüze girdiyse biri, ayrıntılar önemsizdir...

22 Ekim 2013 Salı

Şems-i Tebrizi'nin 40 Kuralı

"Ne kadar büyük düşünen ve büyük konuşan bir kadınım, aman ben aşmışım, başka alemde yaşıyorum" havalarında algılanmaktan çok çekiniyorum... Hiç öyle değilim zira :) Kendimce, her dinden, her felsefeden feyz almaya, bir şeyler okumaya, bir şeyler öğrenmeye ve kendime uygun olanları içime sindirerek hayatıma ve kalbime sokmaya çalışıyorum sadece... İçsel huzuru bulmaya ve sürekli kılmaya...

Doğa, Evren, Tanrı, Allah... Adına her ne derseniz, her neye inanmışsanız, O yüce enerjinin kaynağını anlamaya... Hissetmeye...

Elif Şafak'ın "Aşk" romanında geçen, Şems-i Tebrizi'nin 40 kuralı, benim için bütün dinleri ve felsefeleri kucaklayan altın değerinde 40 madde... Sıkıldıkça, daraldıkça açıp okunacak, aklın bir köşesinde tutulacaklardan...

Paylaşmak istedim:

1. Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla.  Yok, eğer tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.

2. Hak yolunda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omuzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil.

3. Kur'an dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri (görünen, görünürdeki) manadır. Sonraki batıni (saklı, içinde gizli) manadır. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki, kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.

4. Kainattaki her zerrede Allah'ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah'ı görüp yaşayan olmadığı gibi, onu görüp ölen de yoktur. Kim O'nu bulursa, sonsuza dek O'nda kalır.

5. Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. Aman sakın kendini diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: Bırak kendini, koy gitsin. Akıl kolay kolay yıkılmaz, aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!

6. Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk konusunda dil zaten hükmünü yitirir. Aşk dilsiz olur.

7. Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikati keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.

8. Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! istediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.

9. Sabretmek, öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.

10. Ne yöne gidersen git, doğu, batı, kuzey ya da güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.

11. Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.

12. Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.

13. Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı, hoca ,şeyh, şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.

14. Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?

15. Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermek için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.

16. Kusursuzdur ya Allah, onu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir , ne layıkıyla sevebilirsin.

17. Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.

18. Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara, dışında, başkalarında değil ve unutma ki nefsini bilen Rabb’ini bilir. Başkalarıyla değil sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır

19. Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.

20. Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

21. Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek,kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.

22. Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdimi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.

23. Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı , kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir , ya kıymet bilmeyiz. Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadırne tefritte. Sufi daima orta yerde…

24. Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzünde ki halifesi olduğunu hatırlayarak , buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.

25. Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an da burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.

26. Kainat yekvücud, tek varlıktır. Herşey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti herkesin yüzünü güldürebilir.

27. Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır, şer çıkarsa sana gerisin geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin herşey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse dünya değişir.

28. Geçmiş zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu anın hakikatini yaşar.

29. Kader hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten,”ne yapalım, kaderimiz böyle”deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin,ne de hayat karşısında çaresizsin.

30. Hakiki sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez.
Sufi kusur görmez kusur örter.

31. Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bunda ki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise ,ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.

32. Aranızda ki perdeleri tek tek kaldır ki Allah’a saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma. İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama !

33. Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir.

34. Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.

35. Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Allah’a inanmayan kişi ise içinde ki inananla. İnsan-ı kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.

36. Hileden, desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, sana zarar vermek istiyorsa, Allah da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer. O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan !

37. Allah kılı kırk yaracak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır; bir de ölmek zamanı.

38. Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım ? Diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa,yazık !
Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.

39. Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz. Her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
Ölen her sufi için bir sufi daha doğar.

40. Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma!Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşk’ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde ya da dışındasındır, hasretinde..

1 Ağustos 2013 Perşembe

Rakı sofrası dost meclisi


Çok yazıldı rakı sofraları üzerine, eminim bir o kadar da yazılır... Bir de ben deneyeyim dedim... 
   
Rakının mezesi muhabbettir derler... Bana sorarsanız, o mezenin tadı tuzu da dostluktur... Kendimizi güvende hissettiğimiz, maskelerimizi çıkarıp bir kenara bıraktığımız yerdir rakı masası, ana kucağımızdır...  Rollerimizi, olmamız gerekenleri, ne olduğumuzu, ne olmadığımızı bir kenara bırakıp sadece "an"ı yaşadığımız mekandır... Öyle olmalıdır...

 
Şerefe deriz kadehlerimizi tokuştururken... Şerefenin anlamı, bir söyleyişe göre: "Şerefim üzerine söz veriyorum ki, bu masada konuşulan burada kalacak"tır... Tatsızlıklar uzatılmaz... Masanın dışına hiç taşınmaz...  "Şu anda çok sansürsüz, korumasız ve dolambaçsızım, rakı masasındayım, n'olur beni yanlış anlama"dır... "Ben sana ne söylersem söyleyeyim, sen doğrusunu anla"dır. İşin tılsımı,  "Kim olursan ol gel, ama gönül gözünü açmadan lütfen gelme, masamıza oturma" dır... "Egonu bırak bir tarafa, özün ol"dur... Zayıf olmak da haktır rakı masasında, güçlü olmak da... Efkarlanmak da haktır neşelenmek de... Ağlamak da, gülmek de haktır aynı masada... Hak olmayan ise fesattır...
 
O masanın hakkını verebilmek, yürek ister... Küfür bile yiyebilirsin bazen dostundan, olamaz mı... "Bana kızmış olabilir, bir şey anlatmak istiyor herhalde" der geçer gidersin, takılmazsın... Ne o dost marifetten sayar sana söylediğini, ne sen onun marifetten saydığını düşünürsün... Oldu da takıldın o gün diyelim, bağrışırsın, tartışırsın, ama her nerede isen ordan çıkarken kafalar kıyak, birbirine yaslanır, birbirinin koluna girer, sallana sallana yola koyulursun...
 
Rakı sofrasında, dost meclisinde her şey konuşulur... Futbol konuşulur, aşk konuşulur, din konuşulur, siyaset konuşulur, edebiyat konuşulur, askerlik anıları konuşulur, fizik, kimya, matematik konuşulur, yemek tarifi konuşulur, ne bileyim, tıp konuşulur... Bazen sadece susulur... Ama bir de konuşulmayacaklar vardır... Ve neyin konuşulup neyin konuşulmayacağını zaten rakı masasına oturan bilir...
 
Rakı sofralarında tanıdığın dost, ailendir artık... Zor gününde sığınacağındır, mutlu gününde arayacağın, yaralansan yaralarını saracak olandır... "Kıymetini bilesin"dir, insan gibi insandır...

11 Temmuz 2013 Perşembe

Asi ve Mavi... Musa... Gezi... Roma...

Asi ve Mavi... Tüm zamanların şarkısıdır benim için... Ama en çok da artık mazide kalan anıların... Gözlerimizi yummadığımız uyumadığımız günlerde, ışığın renginin büyüdüğü asi ve mavi sabahlar*... Tam da o anda çalardı "Musa"da bu şarkı, tam o asi maviyi gördüğümüz anda, ışığın rengi büyürken ve kendimizi uyumadan önce son bir kez denize atmadan, son biramızı yudumlarken...

Ege'de bir tatil köyü... Kendimizi bildik bileli oraya gideriz biz. O yüzden koca bir aileyizdir orada... Musa, tatil köyümüzün sözüm ona diskosu... Aslında duvarda Nikoz Bar yazar da, Musa Abi'den sebep Musa kalmıştır adı... Bir tarafı deniz... Bir tarafı Maki... Yolu karanlık, yolu toprak... Küçük bir baraka... Disko ışıkları... Sazlıklarla çevrili beton oturaklar... İlk gençliğimiz, ilk özgürlüğümüz, ilk diskomuz... Çoğumuzun ilk flörtleri...

Açık havada bir şömine... Önünde bir koltuk... Artık o yaz hangi evden boşa çıkmışsa... Yine beton oturaklar... Şöminede patates... Elimizde bira... Yukarıda yıldızlar... Denizde yakamoz... Saat olmuş üç, saat olmuş beş... Saat yitirmiş kavramını... Muhabbet güzel... Muhabbet çok güzel... Muhabbet hep özlenecek kadar güzel... Konu her şey... Fonda müzik... Fonda her şey... Fonda Tarkan, fonda Sting, fonda Cengiz Kurtoğlu... Ama işte tam sabah olurken, tam o anda fonda Onur Akın, Asi ve Mavi...

Sanırım ilk 15 yaşlarımızda gitmeye başladık Musa'mıza... Ne büyük özgürlüktü o zaman... Sonra biraz büyüdük, biraz burun kıvırır olduk... Ama nerelere gittik de, ordaki muhabbetin başka yerde olmadığını anladık her seferinde... Yirmili yaşlarımızın başında kabul etmiştik, bizim gece hayatımız orasıydı... Nereye gidersek gidelim eğlenmeye, sonunda yine oraya dönerdik... Arabalarımız vardı artık, çorbacıya da gidebiliyorduk acıkınca...

Çocukluğumun, gençliğimin en güzel günleri orda geçti... Mezun olduktan sonra bir gittiğimde uzun uzun düşünmüştüm orda... Hayat demiştim... Ne "değişmez" dediklerimiz değişiyor, mazi oluyor... Ama Musa hep aynı kalıyordu... İnsanlar da oraya gidince, zaman tünelinden geçmiş misali aynı oluyorlardı... Benim için değişmeyen tek yerdi orası... Orası var olduğu sürece güvende hissedecektim... On yıl sonra da gitsem aynı huzur dolacaktı kalbime... Ve aynı çocuksu temizlikte hissedecektim kendimi...

İki buçuk - üç yıl kadar oluyor yanılmıyorsam, yıktılar Musa'mızı... İçimizi büktüler... Gebze'de bir fabrikada çalışıyordum, bir köşede hıçkırarak ağladım... Ne istemişlerdi çocukluğumuzdan... Ne istemişlerdi değişmezimizden... Bilinmeyen bir koyun bilinmeyen bir kıyısındaki bir barakadan, şöminemizi bile yıkacak kadar ne istemiş olabilirlerdi...

Bu ülkede her şey değişmek zorunda mıydı?... Her şey yıkılmak... Çocukken oynadığımız bahçeler, büyüdüğümüz evler, yaşadığımız şehirler... Hep değişmek zorunda mıydı... Ama böyle olunca, bilmiyorum farkında mısınız, insan kendini güvende hissetmiyordu... Sürekli alışmaya çalıştığımız yeni hayatlar... Ruhumuzu yoruyordu...

Roma'ya gittik geçen hafta... Tarihi yaşatan şehir... Sezar'ın yaptığı kaldırım taşları orda duruyordu da, bizim kendi çapımızda küçücük tarihimizi bile neden değiştiriyorlardı... İnsanlar bin yıldır aynı evlerde oturabiliyorlardı da biz niye 30 yılda bir yıkıp tekrar yapıyorduk... Büyüklerimiz Musa'mızdan, sahillerimizden, evlerimizden, bahçelerimizden, Gezi'mizden ne istiyorlardı?... İtalya'da yaşayınca insan kendini güvende hissediyor olmalıydı...

Gitseydik o gün Musa'ya, Gezi'yi koruduğumuz gibi dursaydık, direnseydik, engel olabilir miydik onlara... Yapıp yapamayacağımızı düşünmedik bile, böyle bir ihtimal gelmemişti aklımıza... Gitmez miydik?... Giderdik be... Erhan Abi'nin yıkım günü duvarın üzerindeki resmi gitmiyor gözümden... Gelirdik be Erhan Abi...

Geçmişimizi korumak, büyüdüğümüz yerleri, huzur bulduğumuz yerleri korumak tahmin ettiğimizden çok daha önemli... İnsanın yüreğini sarmalayan yerler onlar çünkü... Değişmeyen duygularımızı sahiplenen... Ağladığımız, güldüğümüz... Doğa sevgisi, ağaç sevgisi bir kenara... İnsan sevgisi oralar, yaşama sevgisi, temiz duygularımız, geçmişimizle barışımız bizim oralar... Oraları bizden alan büyüklerimiz geçmişle barışmayı mı öğrenmeli acaba... Yoksa bizler mi anlatmalıyız onlara...

Gitseydik o gün oraya, Musa'mızı koruyabilir miydik bilmiyorum... Ama bugün biliyorum ki, kaybettiğimizde bu kadar yüreğimizi bükecek, içimizi buracak her şeyi, "maddi veya manevi" her şeyi korumak için mücadele etmemiz gerekiyor... Yoksa yıllar geçer... Hep gözümüz dolar... Ve "acaba" deriz, "yapabileceğim bir şey var mıydı"...





*
Bugün kederliyim, beterim bugün
Sesime ses değse çığlık oluyor
Üşüyor toprak, taşlar üşüyor
Vuslatı yakın eden yollar üşüyor

Yumma gözlerini, uyuma bugün
Bütün gölgeler akşam oluyor
Üşüyor yaprak, dallar usuyor
Savrulup yirtilan ruzgar üşüyor

Oysa ben senden neler neler isterdim
Senli sevdalarda doğmak isterdim
Sabahlar isterdim, asi ve mavi
Büyüsün isterdim ışığın rengi

Ama gel gör ki kötüyüm bugün
Sesime ses değse çığlık oluyor
Üşüyor toprak, taşlar üşüyor
Vuslatı yakın eden yollar üşüyor

Yumma gözlerini, uyuma bugün
Bütün gölgeler akşam oluyor
Üşüyor yaprak, dallar usuyor
İçimde kış gibi bir mevsim üşüyor

Oysa ben senden neler neler isterdim
Senli sevdalarda doğmak isterdim
Sabahlar isterdim, asi ve mavi
Büyüsün isterdim ışığın rengi...

10 Temmuz 2013 Çarşamba

yazmak ve yaşamak

Bazen yazacak çok şey vardır, bazen de yaşayacak... O kadar çok şey yaşıyoruz ki bu ara neyi yazmak istesem yazmadıklarıma haksızlık olacak gibi bir his geliyor... Hiç bir şey yazamıyorum neticede... Yaşamak zamanı herhalde...