22 Ocak 2013 Salı

Büyükada, Aya Yorgi ve huzur...



Hayatta her şeyin bir zamanı var ve her şey tam da olması gerektiği zamanda olur... Olduğu zaman ise bize coşkuyla keyfini çıkartmak kalır... Müdahale etmeye, ittirmeye, çekiştirmeye kalkarsak eğer, "doğru zaman"ın ahenkini bozmuş oluruz... Bazen bize düşen odur ki: beklemek, ya da o anda en çok istediğimiz şeyden vazgeçmek ne kadar zor olursa olsun, bu gerçeğe teslim olarak, anı yaşamaya devam etmek... Ne de olsa olmasını istediğimiz, beklediğimiz şey "en doğru zaman"da olmaya başlamıştır bile...


Evren, tanrı, doğa... Bizim için onu en doğru zamanda ve en güzel olacak şekilde hazırlıyordur... Bir şölen hazırlığı misali... Evrenin bizi çok sevdiği ve bizim için en güzel süpriz partiyi hazırlayacağı bilinciyle beklemek gerekir istediğimiz şeyin gerçekleşmesini... Çünkü o, bizi çok seven sevgilimiz gibi iyi tanır ve o kadar çok sever ki, hayal ettiğimizden bile iyisini düşünür bu parti için... Ona güvenip teslim olmamak saçmalık olur...

Bir önceki yazımda bahsetmiştim, ada tatili bir çeşit meditasyon tatiliydi benim için... İçime döndüm, iç sesimi çok dinledim... Bazen bir yolda yürürken vazgeçiverdim, bazen hiç bir şey yapmamaktı istediğim, aynen öyle yaptım...

Bu süre boyunca kalpten yapmak istediğim bir şey vardı, Büyükada'nın tepesindeki tarihi Aya Yorgi manastırı içindeki  kiliseyi ziyaret etmek... Bu kilise çok özeldir benim için... İlk ne zaman gittiğimi çok hatırlayamıyorum, sanırım 2006 ya da 2007 yılıydı. O zamandan beri yılda 2 kere falan gitmişimdir. Kendimi bu kadar huzurlu hissettiğim yer çok azdır... Allah'a yakın hissettiğim, kalpten dua ettiğim, kilisenin içinde, ve dışarıdaki manzaraya karşı banklarda uzun uzun oturduğum, kendimle konuştuğum... Allah da burada ettiğim duaları duymuş, onlara cevap vermiştir hep... Gerçi o kadar gönülden edilen bir duanın duyulmama ihtimali de yoktur ya... Her nerede, hangi dilde edilirse edilsin, nasıl bir seramonisi, ayini olursa olsun, kalpten edilen bir dua gibi insanın kalbini okşayan, yaralarını bir anne sıcaklığıyla şefkatle saran, korkularını endişelerini bir baba gibi güvenle teslim alan, ve aklına gelen gönlünden geçen her şeyi isteme özgürlüğü sunan başka bir şey var mıdır?

Gidenler bilir, bu kilisenin biraz çetrefilli bir yolu vardır. Önce faytonla ya da bisikletle ya da yürüyerek kilise yokuşunun başına kadar gelirsiniz. Asıl yolculuk sonra başlar... 15 dakika kadar yürüyerek çıkmanız gereken dik bir yamacın sonundadır manastır. O kadar dik ki, yürüyerek çıkmaktan başka seçenek yok... Sanki yukarıda göreceklerini, yaşayacaklarını haketmek için bir sınav, bir çile yolu gibi... Ama çile yolu bile huzurludur gözünü sevdiğimin...


İşte tatil boyunca aklımdaydı da, bazen hiç faytona binmeden yukarı kadar yürüyeyim diye niyetlendim, yoldan döndüm, kah gözüm yemedi oraya kadar yürümeyi, kah yollar ıssızdı tedirgin oldum. Mevsim kış, hafta içi, yukarısı çok tenha ise o son yokuşu tek başıma nasıl çıkarım ya başıma bir şey gelirse diye korktum... Hani anlık veriyordum ya kararları, o karar bir türlü verilemedi... Çok istiyordum evet, ama belki de yeteri kadar istemiyordum, belki de doğru zaman değildi.

O son gün daha bir farklıydım... En azından denemeliydim, bir adım atmalıydım, olmazsa yine olmazdı napalım, başka bir yerde ederdim duamı. Ama bir denemek istiyordum. Faytonlara doğru baktım, bir hareketlenme vardı, Arap turistler küçük bir sıra bile oluşturmaya başlamıştı. Bu hareket beni cesaretlendirdi, pame (haydi) dedim, atladım bir faytona, Aya Yorgi'ye gidiyorum dedim. Bir yukarı çıkayım da işler istediğim gibi gitmezse geri dönecektim, ilk adımı atmaktı önemli olan.

Yukarıda yokuşun başında bir kır restoranı var, hediyelikler de satılır orda, ona ugradım biraz bakındım, ne bomboştu ortalık ne hareketli, tek tük insanlar vardı. Sonra yokuşun başına gittim, bir aile vardı yukarı doğru yürüyen anne-baba-çocuk. Onlardan cesaret alarak başladım yukarı doğru yürümeye. O aile, beni yukarı doğru yola başlamak için cesaretlendiren, ancak yolun daha başından geri dönen ve birdaha hiç görmediğim o aile, sadece başlamam için verilen bir işaret gibiydi. Döndüklerini gördüğümde tereddüt ettim, ama ayaklarım yukarı doğru yürüyordu. Biraz daha yürüyünce yolda yapayalnız olduğumu iyice hissettim, ama yemyeşil orman yolu ve solda kalan deniz manzarası çok güzeldi, durmuyor devam ediyordum... Belki ilk defa o yokuşta hiç mola vermeden yürüyordum. Son dik yokuşa kadar tek bir kişi bile görmedim. Son yokuşa başlarken de yokuşun sonunda, genelde orda durup hediyelikler satan ve arada gitar çalan genci gördüm uzaktan. O da benim varış işaretimdi. Son bir gayret gittim onun yanına kadar. Kilise açık mı diye sordum, açık dedi... Çok mutlu, çok huzurlu ve bir zafer kazanmış gibiydim. Yolun geri kalanını coşkuyla bitirdim ve manastıra ulaştım...

Önce adanın arka tarafına, marmara denizinin açıklarına bakan banklarda oturdum biraz... Derin nefesler alıp verdim... Sonra kiliseye girdim... Allahım ne kadar şanslıydım, içeride ilahiler çalıyordu, sadece ben vardım... O gün o kilisede 5 tane mum yaktım... Kendim için ve sevdiklerim için beş ayrı mum... Bir sandalyeye oturdum dua etmek üzere, ve o gün, o kilisede, o sandalyede yarım saatten fazla oturdum... Kalbimdeki her şeyi istedim... Bütün sevdiklerim için dua ettim... Ve istediğim her şeyin en güzel şekilde olmasına yardım ettiği için Allah'a şükrettim... Çıktığımda bütün kalbimi teslim etmiş, yenilenmiş ve temizlenmiş hissediyordum... Uzun, derin nefesler aldım... O gün orda olduğum için, tek başıma da olsa oraya ulaşabildiğim için ve gönlümce ettiğim dua için defalarca teşekkür ettim...


Yokuşu inerken daha cesurdum, bildiğim, daha önce yalnız geçtiğim yollardan dönmenin güveniyle indim aşağı kadar... Bu sefer yolda birkaç kişi ile karşılaştım. Aşağı indiğimde tekrar o kır restoranına girdim.

Ben en çok iki şeyi severim hayatta, biri deniz biri ateş... Kır restoranına girdiğimde içerde şömine yanıyordu. Yiyecek birşeyler söyledim, kitabımı açtım... Sağımda ateş, solumda deniz... Öylece tadını çıkardım adanın şimdilik son kez...


İskeleye dönmek için çıktığımda fayton yoktu bekleyen... Sonra turistlere tur yaptıran bir fayton geldi. Restorandakiler beni de aşağı götürmesi için ricada bulundu, ben faytoncunun yanında, Arap müşteriler arkada, sevgili atlar Hadise ve Osman önde büyük ada turu yaparak döndük iskeleye...


Hayatta her şey en doğru ve en güzel zamanda kendiliğinden oluyordu... İstediğimiz şeyler gerçekleşsin diye kendimizi sıkmaya, zorlamaya ve olmuyor diye üzülmeye hiç gerek yoktu. Çünkü illaki doğru zaman gelecekti ve o zaman doğru adımları atarak coşkuyla yaşanacaktı yaşanması gereken... En güzel şekilde, kendiliğinden, akar gibi...














16 Ocak 2013 Çarşamba

Ne zaman akşam olsa orada, kulak ver senin için yapılan SEREN'ADA...

İtiraf ediyorum, "Seren" ve "ada" kelimelerini birleştirdiği için uydurdum bu başlığı... Ama sevdim de sonradan... Bazen diye düşündüm, o kadar karanlık akşamlar oluyor ki içimizde, ne bir ışık, ne yıldızlar, ne de yol gösteren bir işaret... Tek başımıza yürümek zorunda kaldığımız zorlu, zifiri-karanlık yollar... İşte o zamanlarda ihtiyacımız olan tek şey, tanrının, evrenin, doğanın... adı her ne ise, bizi büyük ve bitmez bir aşkla sevdiğini hatırlamak... Büyük aşkınızdan gecenin en güzel saatinde dinlediğiniz bir serenad misali... 
Bu Büyükada tatili bunları hatırlattı bana... Hatırlattı ki, bizi mutlu edecek tek kişi kendimiziz. Ve bizim mutlu edebileceğimiz tek kişi yine kendimiz. Yani ne başkalarından bizi mutlu etmesini bekleme lüksümüz var, ne de bizim başkasını mutlu etme yeteneğimiz. Mutluluk herkesin kendi içinde... Bunu yeni öğrenmedim, uzun yıllardır biliyordum bilmeye de, bazen bazı şeyleri tekrar tecrübe ettiriyor insana hayat... Sana da hoşgeldin demek düşüyor o ya da bu şekilde, gelene...
Bu tatile ne kadar ihtiyacım varmış... Günümü yavaş yaşamaya... Ağırdan, ama dolu dolu, doya doya... Sabah Büyükada'da masmavi gökyüzü ve balkonumun kenarından deniz manzarasına gözümü açtığımda ilk düşündüğüm şey bu oldu. Mutluydum bu tatili yapabildiğim için... Şükrederek uyandım... Öyle bir sabah ki, saatin önemi yok, yetişeceğim bir yer yok, bir yerden bir yere gidebilmek için yolda kaybedilen zamanlar yok... Öyle ki, karşıdan karşıya geçmek için beklemem gereken yeşil ışık yok! "Yapmam gereken" hiç bir şey yok yaşamaktan başka... Yani Nazım'ın dediği gibi, işim gücüm yaşamak burada... Hafife almaya gelmez... Bir kere, hakkını vermek lazım... Bu duygularla çıktım yataktan...

Hiç bir şey yapmasanız da, adada "uyanmak" başlı başına bir keyif, bir mutluluk, bir huzurdur...

Güne güzel başlamak için olmazsa olmazdır güzel bir kahvaltı. Otelin terasındaki kahvaltıya çıkarken tam da bunu düşünüyordum. Ve harika deniz manzarasının süslediği terasta beni mutlu edecek her şey vardı. Çay, peynir, domates, salatalık, simit... Çok daha fazlası da vardı kurabiyeler, kekler, sosisler... Ama benim için ilk saydıklarım zaten yeterli. Gazetelere şöyle bir göz attım, ayrıntılı bakmadan... Sonra biraz kitabıma baktım, biraz karşımdaki manzaraya... Bu harika günü yaşamaya çok hazırdım!

Birkaç gün buraya kaçacağımı söylediğimde birkaç arkadaşımın yorumu: "sıkılmayacak mısın" oldu... İlginç gelmişti bana bu soru, "neden sıkılayım ki" diye geçirmiştim içimden... Ve şimdi, günün heyecanı içinde, sıkılmak bir yana, bu günlerin her dakikasını hakkını vererek "yaşamak" derdindeyim diye düşündüm...

Bu tatilde iki kural koydum kendime. Tatil boyunca, bir oyun misali uygulanacak kurallar: 
İlk kuralımız "şimdi"yi yaşamak. Yani ne bir dakika öncesi var, ne bir dakika sonrası... Ne dün olanları hatırlıyorum, ne yarın olacaklar umurumda... O anda nerdeysem ve ne yapıyorsam bütün ruhum, bedenim ve duygularımla onu yapıyor olmalıyım. Kuralın bozulduğunu farkettiğim anda, diyelim ki yarın ne yapacağımla ilgili bir şey düşündüğümü farkettim, o düşünceyi orada durduruyorum.  Yarın ne yapacağım şu anda hiç umurumda değil, çünkü yarın ne yapmak isteyeceğimi bilmiyorum bile...

İşte ikinci kural da bu son cümleyle paralel... O anda ne yapmayı "istiyorsam" onu yapacağım. Bu çok anlık ve çok zevkli bir oyun. Örneğin bir yere gitmeye niyetlenmiş yürüyorken, arada soruyorum kendime, hala bu yola devam etmek istiyor muyum diye, bir nedenle biraz önceki kadar istemiyorsam, hop dönüveriyorum başka bir sokağa... Bunun sebebi her şey olabilir, yokuş çıkmaktan yorulmuş olabilirim, yollar tenhalaşmaya başlamış ve bu beni tedirgin etmiş olabilir, ya da hava güzelken deniz kenarına dönmek isteyebilirim... Yani niyetlendim, başladım diye bir şeyi bitirmeye ısrar etmek yok... Kendini zorlamak yok... Her yol ayrımında sorabilirsin, bu yürüyüş hala beni yeterince mutlu ediyor mu diye...
 
Bu kurallarla çıktım yola... İlk önce sahildeki kahvede çay içtim. Biraz denizi seyrettim, yeni kitabıma başladım, sadece önsözü okudum. Çarşı gezme, incik boncuk bakma hevesim var mı diye düşündüm, yoktu.. Gitmek istediğim yer belliydi, tepedeki Aya Yorgi kilisesi. Bütün ruhani duyguları yoğun hissettiğim, çok dualar ettiğim, çok dualarıma cevap aldığım... Ama nasıl gidecektim? Yol çok tenha olmaz mıydı? Faytona binmektense adada  yürümek istiyordum bir yandan, uzun bir yürüyüş yapmak... Hava o kadar güzeldi ki, bir kez daha, Tanrı, melekler, evren... adı her ne ise, benim tatilimi hayal ettiğimden bile daha güzel yapmak için yardımcı oluyor diye düşünüyordum... Temiz havayı soluyarak yürümek istiyordum, ve bedenimi yormak... Bedenimi yorarken kafamı tamamen boşaltabilmekti niyetim. Haritadan baktım, yürüyerek 40 dakika gösteriyordu mesafeyi, başladım yürümeye... Önemli olan kiliseye kadar yürüyüp yürümeyeceğim değildi, 40 dakika sonrası için planlar yapmıyordum bu tatilde, sadece önümde gördüğüm belki 100-200 metre içindi planlarım. Ve önümde gördüğüm sokak keyifli görünüyordu. Bu şekilde 15 dakika kadar yokuş çıktım, adanın sokaklarında okullu çocuklar geçti ara ara yanımdan, evlerine giden adalılar birbirleriyle selamlaştı... Bisikletli bir grup genç geçti, ne kadar yorulduklarından yakınarak... Ve sonunda toprak bir yola geldim, "hay Allah", yoldan geçen kimse yoktu, yolda, sağda solda atlar gördüm, sanırım benim için geri dönme vakti gelmişti... Geri dönecektim, belki o gün ya da ertesi gün faytonla giderdim kilise yokuşunun başına kadar... Belki de bu seferlik başka kiliseleri ziyaret ederdim... Dönüş yolunda sağımda kalan yeşillikler, ve yeşilliklerin arasında kalmış köy evi misali küçük ev oraya kadar yürüdüğüm için mutlu etti beni...


Dönüş yolu keyifliydi, istediğim sokaklara gire çıka süzüldüm aşağı doğru... Bankların olduğu bir kavşak vardı, oturdum yolun sonundaki denizi izledim biraz... Bir martı geldi yanıma yürüyerek, yine okuldan çıkmış delikanlılar koştu yokuş aşağı birbirlerini kovalayarak... "Mutluyum" diye düşündüm sık sık, mutlu ve huzurluydum...

Epey yürüdüm sokaklarda, yorulmuş ve biraz da acıkmıştım... Meydanda gördüğüm Starbucks çeliyordu aklımı. Biliyorum, Starbucks adanın dokusuna aykırıydı, ama geçerken manzarasının harika olduğunu görmüştüm. Ayrıca, benim için bir alışkanlıktı, dünyanın farklı yerlerinde Starbucks'ta sandviç ve cappuccino eşliğinde kitap keyfi... Olmazsa olmazımdı... Hele ki o Starbucks'ın böyle bir manzarası varsa... Hava o kadar güzeldi ki hala, uzun uzun dışarıda oturabildim...

Odama döndüğümde akşam olmak üzereydi. Kışın akşamları yapacak pek bir şey olmuyor adada... Yemeğe çıkmadan önce odamda birkaç mum yaktım ve birşeyler yazdım. Zaman nasıl geçti anlamadım... Dışarı çıkmadan Fransız balkonumdan bir kere daha deniz manzarasına baktım, odamdan denizi görebildiğim için mutluydum...




Rakı için ne demiş Nazım, "Bu meret öyle bir merettir ki ..... Bir tek salakla içilmez". E karşımda koca İstanbul'un ışıkları... Peynir var, meze var, lüfer de var dediler... Yalnız da olsa içilir o zaman pek ala dedim... Bir duble söyledim... Sağlığa içtim...

Ben iki şeyi en çok severim hayatta... İki şey her zaman meditatif olmuştur benim için, ruhumu temizlemiştir... Biri deniz, diğeri ateş... Tezata bakın ki, ikisi bir arada olmayı sevmezler... Bu güzel akşamın sonunda otelime döndüğümde lobideki şömine yanmıştı benim için... Önce boş boş oturdum başında... Baktım alevlere... Sonra hayatımda olmasını istediklerimle ilgili bir mektup yazdım evrene ve Tanrı'ya... Ve bu tatilde bu adada bırakacaklarım, tamamen evrene teslim edeceklerimle ilgili... Ve sevdiklerimin iyiliğiyle ilgili... Mektubumu şöminede yakarak tamamen teslim ettim dileklerimi dünyaya, ve en doğru zamanda ve en coşkulu şekilde gerçekleşecekleri için teşekkür ettim...

Bu tatil başlı başına bir meditasyon benim için... Kendimi mutlu etmeyi hatırlayabilmek amaç... Kalan zamanımı da bu iki kurala uygun oynayarak geçireceğim... Dolayısıyla, devamını yazar mıyım, yazmak ister miyim, bilemiyorum :) Bildiğim tek şey, kendimize bu çeşit zamanlar ayırabilmenin ne kadar kıymetli olduğu... Mutluluk sadece kendi içimizde...