17 Aralık 2012 Pazartesi

İstanbul ve Yağmur...

Zaten sıkılmışım İstanbul, yapma böyle... Sen ne zaman ağlasan hüngür hüngür, benim de ağlayasım geliyor... İstanbul... Gri İstanbul... Koca İstanbul, sen bile doluyorsun hayatın yükünden, ne güzel yağıp, akıp rahatlıyorsun... Ben neden yağamıyorum senin gibi, söyle canım şehir? Senden daha mı güçlüyüm?.. Kolay mı o bulutları kafamın içinde taşımak sanıyorsun?.. Sen ne zaman ağlasan için için, ben de ağlamak istiyorum... Kah gözlerimden iki damla yaş dökülüyor, kah o yaşlar daha beynimde kuruyor... Dost musun, düşman mısın sen İstanbul... Aşk mısın?.. Ben misin?... Ondan mı ne zaman ağlasan senin gözyaşlarına karışmak isteyişim...

16 Aralık 2012 Pazar

Hayat, kamplar ve zeybek...

Ve tekrar "Hayat..." Diye başlayacağım ... Bilmem kaçıncı "hayat" yazıma... Bilmem kaçıncı kez ne yazacağımı bilmeden...

Bu ara bilmem kaçıncı kez dinlediğim şarkının sözleri çınlıyor kulağımda: Şimdi hayat ister çiçeklere gelsin, isterse vursun geçsin... En bilindik yalanlarından bir yalan seçsin gelsin... Ben bu yolda tekrar yürümem diyor devamında... Kaç kere aynı yollardan yürüdüğümü düşünüyorum sonra... Aynı taşlı yollar, aynı çamurlar, aynı zirveler, aynı yorgunluklar... Sonrasında aynı huzur buluşlar...

Bir kamp yürüyüşündeydik, dik bir yamaca tırmanıyorduk... Günlerdir yağmur yağmıştı, o kadar ıslaktı toprak, bir adım atıp bazen metrelerce geri aşağı sürükleniyorduk... Tek bir dal yoktu tutunacak... Öyle bir anda tam geri sürüklenirken bir dal gördüm, sımsıkı tutundum, ısırganmış, tutmamla kendimi geri atmam bir oldu... O zaman yanımda yürüyen arkadaşım: "insanın bu hayatta tutunacak bir dalı olması ne kadar önemli" dedi... O anda bilemiyorsun kalan hayatın boyunca kaç kere o anın aklına geleceğini... Kamplar ve hayat... Ne kadar eğitmiş beni kamplar, yaşarken öğreniyorum...

Şimdilerde ise bir zeybek dansı benim için hayat... Gözlerini kapatıp kendini ritme bırakıyorsun... Sarhoş ve yorgunsun... Bazen yalpalıyorsun bir an, sonra hoop geri toparlıyorsun, sahnedesin, dans kendini bırakmaya gelmiyor... Yakalayacaksın... Öyle bir an geliyor, düşüveriyorsun... Hayat... Dövünüyorsun biraz, hayat zor... Sonra hoop geri kalkıyorsun... Devam ediyor dans...


3 Aralık 2012 Pazartesi

ŞİMDİ...


İnsanoğlu olarak, dünya üzerinde yaşayan en mutsuz türüz. Eminim kediler bize gülüp geçiyorlardır mesela… Sıcacık evinde, sevdiği insanın elleri gıgısını okşarken, ve kendisi keyiften mırıl mırıl mırıldarken, yarın ne olacağını düşündüğünü hiç zannetmiyorum. Ya da mesela geçmişte sokakta yaşadığı sıkıntılı, aç günleri düşünüp o huzurlu anı kendisine zehir ettiğini… Biz olsak yapardık… Peki ya ağaçlar, bahar gelip de dallarında çiçekler açtığında, ve tüm neşesiyle doğa uyandığında üzerinde, kuşlar cıvıldadığında… Tekrar sonbahar gelecek ve yapraklarımı dökeceğim, dallarım kuruyacak, belki de kesip odun yapacaklar, dallarımda cıvıldayan kuşlar göçecek, hava soğuyacak, belki don olacak… diye düşünüyorlar mıdır?.. Güneş her sabah bütün sıcaklığıyla doğarken… Nasıl olsa tekrar gece gelecek, ve bütün aydınlığımı yok edecek diyor mudur?... Eğer bütün bunları düşünüyor olsaydı dünya, yıllarca, hatta yüzyıllarca, her sabah ve her akşam, ve her mevsim, ve her nesil, aynı ahenk ile kucak açabilir miydi bize? Peki biz evrenin düzeninden büyük müyüz ki üzerimize vazife olmayan düşünceler ile aslında var olan tek zamanı “şimdi”yi harcıyoruz. Neden bu kadar yüzyıldır doğadan öğrenememişiz ki bunu?
Geçmiş zaten yok, adı üzerinde geçmiş gitmiş… Bize sadece anıları ve dersleri kalmış… Bir film, bir rüya gibi… Geçmişte yaşamak yazık…

Geçmişte yaşamak ne kadar yazıksa geleceğin korkusuyla yaşamak da en az o kadar yazık…
Bazen bir çıkmazda hissederiz kendimizi ve “Nasıl olacak” deriz, “Nasıl düzelecek her şey”, “Nasıl, nasıl, nasıl…”, “Bunun sonu nasıl güzel olacak ki, her şey sarpa sardı?”. Kendi yaşanmışlığımızla ve tecrübemizle cevap bulmaya çalışırız bu nasıllara… Sanırım Tanrı en çok bu zamanlarda gülüyordur bize, çünkü onun elinde olasılıklar sonsuzdur… Bizim hiç düşünemeyeceğimiz o kadar çok yolu vardır ki onun… Kendiliğinden, kayar gibi, şaşırtıcı ve mucizevi… Bir teslim olabilsek ona, mucizelerle nasıl da her şeyin kendiliğinden düzelebileceğine şahit oluruz… Ah bir inanabilsek…


Bana gelecek ile ilgili kaygılarından bahseden biri, eğer ki garanti verebilirse 1 saat sonrasıyla ilgili… Bu satırları yutacağım… 1 saat sonra hayatta mı olacağım, sağlıklı mı olacağım yoksa bir yerimi mi kıracağım, hastalık haberi mi alacağım, ya da ölüm… 1 saat sonra ben aynı ben mi olacağım, yoksa bir yazı okumuş, bir insan tanımış, bir resim görmüş, bir film izlemiş ve değişmiş mi… 1 saat sonra, her şeyimi kaybetmiş olma ihtimalim var mı?... Bu yazdığımı şimdi bütün insanlara uygulayalım… 1 saat sonra hayatımdaki herkes hayatta ve sağlıklı olacak mı? Sevdiklerim aynı mı olacaklar, yoksa bir resim görmüş ve değişmiş mi? Patladık bile, bu sabah birlikte kahvaltı edeceğim canım arkadaşım, rahatsız olduğu için yanımda yok… Oysa dün birlikte olmayı planlamıştık… Ama bugün yok… Aslında anlatmak istediğim şey bu kadar da basit…
Bu kadar değişken varken hayatta, ve bilemezken 1 saat sonrasını bile, 1 yıl, 3 yıl, 5 yıl sonrasının illüzyonunda, kurgu “senaryo”sunda bugünümüzü harcamak niye?...

SEREN

2 Aralık 2012 Pazar

Bazen...

Bazen de söylenecek her şey zaten çoktan söylenmiş, yazılabilecek her şey birileri tarafından zaten yazılmıştır... Can Yücel'e derin saygı ve sevgilerimle:


Aklım takıldı!
Bir şey diyeceğim!
Yok, yok demeyeceğim!
Vazgeçeceğim!
Aslında başka bir şeydi söylemek istediğim.
Yazdım, sildim…
Yazdım, sildim…
Seni düşünüyorum ne yalan söyleyeyim. Ama sorsan söylemem! Sen anla! Hisset ya da.
Yormak istemiyorum artık hiç kimseyi. Yorgunum zira! Yeniden kurasım yok hiç, aşka dair cümleler. Kelimeleri yan yana getiresim yok bir de, kendimi anlatmak için.
Sen anla!

Konuşmak istemiyorum kısaca. Konuşacak ne var ki? Benim sana gelene kadar ne yaptığım mı, senin bana gelene kadar ne yaşadığın mı?
Saçma!
Ne geçmişe aidim artık ne de geleceğe ve kaçırmak istemiyorum şu anı da, olmuşların, bitmişlerin, gelmişlerin, geçmişlerin laf kalabalığında. Olacakların, biteceklerin ve geleceklerin kurgusunda ya da…
Ama şimdi burada, seni düşünüyorum ne yalan söyleyeyim. Ama sorsan söylemem! Sen anla!
Ne şu andan öncesi ne şu andan sonrası… Dedim ya; bir tek şu an’ın ciddiyetindeyim.
 
Hayallerim yok sana uzun uzun anlatabileceğim ama çok istersen kurarım tabi senin için ve illâ merak ediyorsan hatırlarım elbet canımın yanmışlığını da zira unutmuş değilim.
Ruhumda dikiş izlerim…
Yeni bir alfabe arıyorum konuşabilmek için! Hiç söylenmemiş sözler duymaya ihtiyacım var, ve belki yeniden cümleler kurmaya ihtiyacım var, yetmiyor bildiklerim.
Şimdilik, baş edilir gibi değil içime çekilmişliğim…
Sözlerini duyuyorum; düşüncemi zorlayan, aklımı sana uçuran. Her anlamaya çalıştığımda merak edilen oluyorsun. Anlamak istemiyorum merak etmekten korktuğum için!
Yoksa buradayım yani, yörüngendeyim.

Masallar tadındayım… Zehirli elma hevesindeyim! Bul beni! Lakin ne soru istiyor canım ne cevap. Ne bir beklentim var ne de bir söz verebilirim.
Bulursan, sadece bulduğuna sevineceğim! Ve eğer geleceksen, seni burada bekleyeceğim.
Ama ben sana, gün dünü unutmadıkça ve beyaz sayfalar gibi olmadıkça ruhum, gelmeyeceğim…
Özür dilerim bu kadar yorgun olduğum için!

Can Yücel