11 Kasım 2013 Pazartesi

Eşyalar İnsanlar ve Anlamlar

Eşyalara ve insanlara fazladan anlamlar yüklememeli...

Amacına uygun kullanılmalı eşyalar, eskimeli en sevdiğiniz bile... Bozulana kadar kullanılmalı... Bir kenarda boynu bülük beklememeli... Eski sevgiliden ya da kaybettiğiniz bir yakınınızdan kalanlar mesela... Ne bir kenarda çürümeye terkedilmeli, ne çöpe gitmeli... Kıyafetse eğer, giyilmeli yırtılana kadar, kalemse kullanılmalı bitene kadar... Ömrünü hakkıyla yaşamalı o da... Size birşeyleri hatırlatmalı, ama "hiç sahip olmadığı" misyonlar yüklenmemeli... Ağlatmamalı karşınıza çıktığında...

O şarap mesela, özel bir günde açmak için beklediğiniz, bu gece açılmalı, bundan özel gece mi var şu anda, bundan "başka" gece mi var... O beklediğiniz en özel geceye layık çok "özel" bir şarap bulunur nasıl olsa...

İnsanlara fazladan anlamlar yüklenmemeli... Beklentiler, misyonlar yüklenmeden sevilmeli herkes... Dostsa dost, arkadaşsa arkadaş, sevgiliyse sevgili, tanıdıksa tanıdık... Zaten zaman geçtikçe kendi anlamını yükleyecektir herkes... Ve herkes kendi yüklendiği yerde sevilmeye değer olacaktır... "Hiç olmadığı" anlamlar yüklemeye çalışmamalı insanlara... Beklentileri artırmak sadece "hayal kırıklığı" ihtimalini artırır... Oysa herkes zaten "olduğu" yerdedir... Ve zaman içinde, sizin hayatınızdaki yerlerini alırlar... Hepsinin yeri çok değerlidir, hepsi ayrı ayrı sevilmeye değerdir... Önemli olan, sizi hayatlarının ve gönüllerinin  neresine kadar almak istedikleridir... Ne kadar samimiyse insanlar, o kadar gönlünüzdedir... Ve bir kere gönlünüze girdiyse biri, ayrıntılar önemsizdir...

22 Ekim 2013 Salı

Şems-i Tebrizi'nin 40 Kuralı

"Ne kadar büyük düşünen ve büyük konuşan bir kadınım, aman ben aşmışım, başka alemde yaşıyorum" havalarında algılanmaktan çok çekiniyorum... Hiç öyle değilim zira :) Kendimce, her dinden, her felsefeden feyz almaya, bir şeyler okumaya, bir şeyler öğrenmeye ve kendime uygun olanları içime sindirerek hayatıma ve kalbime sokmaya çalışıyorum sadece... İçsel huzuru bulmaya ve sürekli kılmaya...

Doğa, Evren, Tanrı, Allah... Adına her ne derseniz, her neye inanmışsanız, O yüce enerjinin kaynağını anlamaya... Hissetmeye...

Elif Şafak'ın "Aşk" romanında geçen, Şems-i Tebrizi'nin 40 kuralı, benim için bütün dinleri ve felsefeleri kucaklayan altın değerinde 40 madde... Sıkıldıkça, daraldıkça açıp okunacak, aklın bir köşesinde tutulacaklardan...

Paylaşmak istedim:

1. Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla.  Yok, eğer tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.

2. Hak yolunda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omuzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil.

3. Kur'an dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri (görünen, görünürdeki) manadır. Sonraki batıni (saklı, içinde gizli) manadır. Üçüncü batıninin batınisidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki, kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.

4. Kainattaki her zerrede Allah'ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah'ı görüp yaşayan olmadığı gibi, onu görüp ölen de yoktur. Kim O'nu bulursa, sonsuza dek O'nda kalır.

5. Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. Aman sakın kendini diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: Bırak kendini, koy gitsin. Akıl kolay kolay yıkılmaz, aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!

6. Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk konusunda dil zaten hükmünü yitirir. Aşk dilsiz olur.

7. Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikati keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.

8. Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! istediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.

9. Sabretmek, öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.

10. Ne yöne gidersen git, doğu, batı, kuzey ya da güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.

11. Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.

12. Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.

13. Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı, hoca ,şeyh, şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.

14. Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?

15. Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermek için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.

16. Kusursuzdur ya Allah, onu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir , ne layıkıyla sevebilirsin.

17. Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.

18. Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara, dışında, başkalarında değil ve unutma ki nefsini bilen Rabb’ini bilir. Başkalarıyla değil sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır

19. Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.

20. Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

21. Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek,kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.

22. Hakiki Allah aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdimi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.

23. Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı , kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir , ya kıymet bilmeyiz. Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadırne tefritte. Sufi daima orta yerde…

24. Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzünde ki halifesi olduğunu hatırlayarak , buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.

25. Cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an da burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.

26. Kainat yekvücud, tek varlıktır. Herşey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti herkesin yüzünü güldürebilir.

27. Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır, şer çıkarsa sana gerisin geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin herşey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse dünya değişir.

28. Geçmiş zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu anın hakikatini yaşar.

29. Kader hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten,”ne yapalım, kaderimiz böyle”deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin,ne de hayat karşısında çaresizsin.

30. Hakiki sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez.
Sufi kusur görmez kusur örter.

31. Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bunda ki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise ,ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.

32. Aranızda ki perdeleri tek tek kaldır ki Allah’a saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma. İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama !

33. Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir.

34. Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.

35. Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Allah’a inanmayan kişi ise içinde ki inananla. İnsan-ı kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.

36. Hileden, desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, sana zarar vermek istiyorsa, Allah da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer. O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan !

37. Allah kılı kırk yaracak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır; bir de ölmek zamanı.

38. Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım ? Diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa,yazık !
Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.

39. Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz. Her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
Ölen her sufi için bir sufi daha doğar.

40. Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani diye sorma!Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşk’ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde ya da dışındasındır, hasretinde..

1 Ağustos 2013 Perşembe

Rakı sofrası dost meclisi


Çok yazıldı rakı sofraları üzerine, eminim bir o kadar da yazılır... Bir de ben deneyeyim dedim... 
   
Rakının mezesi muhabbettir derler... Bana sorarsanız, o mezenin tadı tuzu da dostluktur... Kendimizi güvende hissettiğimiz, maskelerimizi çıkarıp bir kenara bıraktığımız yerdir rakı masası, ana kucağımızdır...  Rollerimizi, olmamız gerekenleri, ne olduğumuzu, ne olmadığımızı bir kenara bırakıp sadece "an"ı yaşadığımız mekandır... Öyle olmalıdır...

 
Şerefe deriz kadehlerimizi tokuştururken... Şerefenin anlamı, bir söyleyişe göre: "Şerefim üzerine söz veriyorum ki, bu masada konuşulan burada kalacak"tır... Tatsızlıklar uzatılmaz... Masanın dışına hiç taşınmaz...  "Şu anda çok sansürsüz, korumasız ve dolambaçsızım, rakı masasındayım, n'olur beni yanlış anlama"dır... "Ben sana ne söylersem söyleyeyim, sen doğrusunu anla"dır. İşin tılsımı,  "Kim olursan ol gel, ama gönül gözünü açmadan lütfen gelme, masamıza oturma" dır... "Egonu bırak bir tarafa, özün ol"dur... Zayıf olmak da haktır rakı masasında, güçlü olmak da... Efkarlanmak da haktır neşelenmek de... Ağlamak da, gülmek de haktır aynı masada... Hak olmayan ise fesattır...
 
O masanın hakkını verebilmek, yürek ister... Küfür bile yiyebilirsin bazen dostundan, olamaz mı... "Bana kızmış olabilir, bir şey anlatmak istiyor herhalde" der geçer gidersin, takılmazsın... Ne o dost marifetten sayar sana söylediğini, ne sen onun marifetten saydığını düşünürsün... Oldu da takıldın o gün diyelim, bağrışırsın, tartışırsın, ama her nerede isen ordan çıkarken kafalar kıyak, birbirine yaslanır, birbirinin koluna girer, sallana sallana yola koyulursun...
 
Rakı sofrasında, dost meclisinde her şey konuşulur... Futbol konuşulur, aşk konuşulur, din konuşulur, siyaset konuşulur, edebiyat konuşulur, askerlik anıları konuşulur, fizik, kimya, matematik konuşulur, yemek tarifi konuşulur, ne bileyim, tıp konuşulur... Bazen sadece susulur... Ama bir de konuşulmayacaklar vardır... Ve neyin konuşulup neyin konuşulmayacağını zaten rakı masasına oturan bilir...
 
Rakı sofralarında tanıdığın dost, ailendir artık... Zor gününde sığınacağındır, mutlu gününde arayacağın, yaralansan yaralarını saracak olandır... "Kıymetini bilesin"dir, insan gibi insandır...

11 Temmuz 2013 Perşembe

Asi ve Mavi... Musa... Gezi... Roma...

Asi ve Mavi... Tüm zamanların şarkısıdır benim için... Ama en çok da artık mazide kalan anıların... Gözlerimizi yummadığımız uyumadığımız günlerde, ışığın renginin büyüdüğü asi ve mavi sabahlar*... Tam da o anda çalardı "Musa"da bu şarkı, tam o asi maviyi gördüğümüz anda, ışığın rengi büyürken ve kendimizi uyumadan önce son bir kez denize atmadan, son biramızı yudumlarken...

Ege'de bir tatil köyü... Kendimizi bildik bileli oraya gideriz biz. O yüzden koca bir aileyizdir orada... Musa, tatil köyümüzün sözüm ona diskosu... Aslında duvarda Nikoz Bar yazar da, Musa Abi'den sebep Musa kalmıştır adı... Bir tarafı deniz... Bir tarafı Maki... Yolu karanlık, yolu toprak... Küçük bir baraka... Disko ışıkları... Sazlıklarla çevrili beton oturaklar... İlk gençliğimiz, ilk özgürlüğümüz, ilk diskomuz... Çoğumuzun ilk flörtleri...

Açık havada bir şömine... Önünde bir koltuk... Artık o yaz hangi evden boşa çıkmışsa... Yine beton oturaklar... Şöminede patates... Elimizde bira... Yukarıda yıldızlar... Denizde yakamoz... Saat olmuş üç, saat olmuş beş... Saat yitirmiş kavramını... Muhabbet güzel... Muhabbet çok güzel... Muhabbet hep özlenecek kadar güzel... Konu her şey... Fonda müzik... Fonda her şey... Fonda Tarkan, fonda Sting, fonda Cengiz Kurtoğlu... Ama işte tam sabah olurken, tam o anda fonda Onur Akın, Asi ve Mavi...

Sanırım ilk 15 yaşlarımızda gitmeye başladık Musa'mıza... Ne büyük özgürlüktü o zaman... Sonra biraz büyüdük, biraz burun kıvırır olduk... Ama nerelere gittik de, ordaki muhabbetin başka yerde olmadığını anladık her seferinde... Yirmili yaşlarımızın başında kabul etmiştik, bizim gece hayatımız orasıydı... Nereye gidersek gidelim eğlenmeye, sonunda yine oraya dönerdik... Arabalarımız vardı artık, çorbacıya da gidebiliyorduk acıkınca...

Çocukluğumun, gençliğimin en güzel günleri orda geçti... Mezun olduktan sonra bir gittiğimde uzun uzun düşünmüştüm orda... Hayat demiştim... Ne "değişmez" dediklerimiz değişiyor, mazi oluyor... Ama Musa hep aynı kalıyordu... İnsanlar da oraya gidince, zaman tünelinden geçmiş misali aynı oluyorlardı... Benim için değişmeyen tek yerdi orası... Orası var olduğu sürece güvende hissedecektim... On yıl sonra da gitsem aynı huzur dolacaktı kalbime... Ve aynı çocuksu temizlikte hissedecektim kendimi...

İki buçuk - üç yıl kadar oluyor yanılmıyorsam, yıktılar Musa'mızı... İçimizi büktüler... Gebze'de bir fabrikada çalışıyordum, bir köşede hıçkırarak ağladım... Ne istemişlerdi çocukluğumuzdan... Ne istemişlerdi değişmezimizden... Bilinmeyen bir koyun bilinmeyen bir kıyısındaki bir barakadan, şöminemizi bile yıkacak kadar ne istemiş olabilirlerdi...

Bu ülkede her şey değişmek zorunda mıydı?... Her şey yıkılmak... Çocukken oynadığımız bahçeler, büyüdüğümüz evler, yaşadığımız şehirler... Hep değişmek zorunda mıydı... Ama böyle olunca, bilmiyorum farkında mısınız, insan kendini güvende hissetmiyordu... Sürekli alışmaya çalıştığımız yeni hayatlar... Ruhumuzu yoruyordu...

Roma'ya gittik geçen hafta... Tarihi yaşatan şehir... Sezar'ın yaptığı kaldırım taşları orda duruyordu da, bizim kendi çapımızda küçücük tarihimizi bile neden değiştiriyorlardı... İnsanlar bin yıldır aynı evlerde oturabiliyorlardı da biz niye 30 yılda bir yıkıp tekrar yapıyorduk... Büyüklerimiz Musa'mızdan, sahillerimizden, evlerimizden, bahçelerimizden, Gezi'mizden ne istiyorlardı?... İtalya'da yaşayınca insan kendini güvende hissediyor olmalıydı...

Gitseydik o gün Musa'ya, Gezi'yi koruduğumuz gibi dursaydık, direnseydik, engel olabilir miydik onlara... Yapıp yapamayacağımızı düşünmedik bile, böyle bir ihtimal gelmemişti aklımıza... Gitmez miydik?... Giderdik be... Erhan Abi'nin yıkım günü duvarın üzerindeki resmi gitmiyor gözümden... Gelirdik be Erhan Abi...

Geçmişimizi korumak, büyüdüğümüz yerleri, huzur bulduğumuz yerleri korumak tahmin ettiğimizden çok daha önemli... İnsanın yüreğini sarmalayan yerler onlar çünkü... Değişmeyen duygularımızı sahiplenen... Ağladığımız, güldüğümüz... Doğa sevgisi, ağaç sevgisi bir kenara... İnsan sevgisi oralar, yaşama sevgisi, temiz duygularımız, geçmişimizle barışımız bizim oralar... Oraları bizden alan büyüklerimiz geçmişle barışmayı mı öğrenmeli acaba... Yoksa bizler mi anlatmalıyız onlara...

Gitseydik o gün oraya, Musa'mızı koruyabilir miydik bilmiyorum... Ama bugün biliyorum ki, kaybettiğimizde bu kadar yüreğimizi bükecek, içimizi buracak her şeyi, "maddi veya manevi" her şeyi korumak için mücadele etmemiz gerekiyor... Yoksa yıllar geçer... Hep gözümüz dolar... Ve "acaba" deriz, "yapabileceğim bir şey var mıydı"...





*
Bugün kederliyim, beterim bugün
Sesime ses değse çığlık oluyor
Üşüyor toprak, taşlar üşüyor
Vuslatı yakın eden yollar üşüyor

Yumma gözlerini, uyuma bugün
Bütün gölgeler akşam oluyor
Üşüyor yaprak, dallar usuyor
Savrulup yirtilan ruzgar üşüyor

Oysa ben senden neler neler isterdim
Senli sevdalarda doğmak isterdim
Sabahlar isterdim, asi ve mavi
Büyüsün isterdim ışığın rengi

Ama gel gör ki kötüyüm bugün
Sesime ses değse çığlık oluyor
Üşüyor toprak, taşlar üşüyor
Vuslatı yakın eden yollar üşüyor

Yumma gözlerini, uyuma bugün
Bütün gölgeler akşam oluyor
Üşüyor yaprak, dallar usuyor
İçimde kış gibi bir mevsim üşüyor

Oysa ben senden neler neler isterdim
Senli sevdalarda doğmak isterdim
Sabahlar isterdim, asi ve mavi
Büyüsün isterdim ışığın rengi...

10 Temmuz 2013 Çarşamba

yazmak ve yaşamak

Bazen yazacak çok şey vardır, bazen de yaşayacak... O kadar çok şey yaşıyoruz ki bu ara neyi yazmak istesem yazmadıklarıma haksızlık olacak gibi bir his geliyor... Hiç bir şey yazamıyorum neticede... Yaşamak zamanı herhalde...

22 Nisan 2013 Pazartesi

İki kıyı tek sevda...

İki kıyı... Tek deniz... Uzun sofralarda deniz kokan mezeler... İki yeşil... tek mavi... Kadehlerde tek beyaz... Dillerde tek şarkı... Yüreklerde tek dans...
Aah Ege... Havası güzel, suyu güzel, insanı güzel Ege... Yeri geldi mi rüzgarı sert, yağmuru zor, ama her haliyle bizim Ege...
İki kıyı... Tek insan... Yüksek sesle konuşan, yüksek sesle gülen, yüksek sesle tartışan... Sofrasından şen kahkahalar çınlayan... Sevdiğine sıkı sıkı sarılan... Bırakıp bırakıp tekrar sarılan... Sevdiğine dokunan insan... İyi günde, kötü günde kadehleri kaldıran...
Diz vurunca yürekleri titreten efeler... En efkarlı anında dans eden, zeybekler... Kah sallanan kah kendini yerlere bırakan... Yeri döven, dizini döven... İçini sızlatan... Derken zıplayarak geri ayağa kalkan... Tekrardan hayatın bütün hoyratlığına karşı dimdik duran... Açıp kollarını hayata tekrar meydan okuyan... Yürekli... Yüzünde bir hüzün... Bazen yüzünde bir sert rüzgar... Bazen yüzünde bir yumuşak gülümseme... Yüzünde kalbinin bütün temizliği...Yüzünde kalbi... Yüzünde hepsini saklayan saçı...  Kalbinde gözü... Gözleri kapalı da izlenen zeybek... Gözleri kapalı da yapılan dans...

22 Ocak 2013 Salı

Büyükada, Aya Yorgi ve huzur...



Hayatta her şeyin bir zamanı var ve her şey tam da olması gerektiği zamanda olur... Olduğu zaman ise bize coşkuyla keyfini çıkartmak kalır... Müdahale etmeye, ittirmeye, çekiştirmeye kalkarsak eğer, "doğru zaman"ın ahenkini bozmuş oluruz... Bazen bize düşen odur ki: beklemek, ya da o anda en çok istediğimiz şeyden vazgeçmek ne kadar zor olursa olsun, bu gerçeğe teslim olarak, anı yaşamaya devam etmek... Ne de olsa olmasını istediğimiz, beklediğimiz şey "en doğru zaman"da olmaya başlamıştır bile...


Evren, tanrı, doğa... Bizim için onu en doğru zamanda ve en güzel olacak şekilde hazırlıyordur... Bir şölen hazırlığı misali... Evrenin bizi çok sevdiği ve bizim için en güzel süpriz partiyi hazırlayacağı bilinciyle beklemek gerekir istediğimiz şeyin gerçekleşmesini... Çünkü o, bizi çok seven sevgilimiz gibi iyi tanır ve o kadar çok sever ki, hayal ettiğimizden bile iyisini düşünür bu parti için... Ona güvenip teslim olmamak saçmalık olur...

Bir önceki yazımda bahsetmiştim, ada tatili bir çeşit meditasyon tatiliydi benim için... İçime döndüm, iç sesimi çok dinledim... Bazen bir yolda yürürken vazgeçiverdim, bazen hiç bir şey yapmamaktı istediğim, aynen öyle yaptım...

Bu süre boyunca kalpten yapmak istediğim bir şey vardı, Büyükada'nın tepesindeki tarihi Aya Yorgi manastırı içindeki  kiliseyi ziyaret etmek... Bu kilise çok özeldir benim için... İlk ne zaman gittiğimi çok hatırlayamıyorum, sanırım 2006 ya da 2007 yılıydı. O zamandan beri yılda 2 kere falan gitmişimdir. Kendimi bu kadar huzurlu hissettiğim yer çok azdır... Allah'a yakın hissettiğim, kalpten dua ettiğim, kilisenin içinde, ve dışarıdaki manzaraya karşı banklarda uzun uzun oturduğum, kendimle konuştuğum... Allah da burada ettiğim duaları duymuş, onlara cevap vermiştir hep... Gerçi o kadar gönülden edilen bir duanın duyulmama ihtimali de yoktur ya... Her nerede, hangi dilde edilirse edilsin, nasıl bir seramonisi, ayini olursa olsun, kalpten edilen bir dua gibi insanın kalbini okşayan, yaralarını bir anne sıcaklığıyla şefkatle saran, korkularını endişelerini bir baba gibi güvenle teslim alan, ve aklına gelen gönlünden geçen her şeyi isteme özgürlüğü sunan başka bir şey var mıdır?

Gidenler bilir, bu kilisenin biraz çetrefilli bir yolu vardır. Önce faytonla ya da bisikletle ya da yürüyerek kilise yokuşunun başına kadar gelirsiniz. Asıl yolculuk sonra başlar... 15 dakika kadar yürüyerek çıkmanız gereken dik bir yamacın sonundadır manastır. O kadar dik ki, yürüyerek çıkmaktan başka seçenek yok... Sanki yukarıda göreceklerini, yaşayacaklarını haketmek için bir sınav, bir çile yolu gibi... Ama çile yolu bile huzurludur gözünü sevdiğimin...


İşte tatil boyunca aklımdaydı da, bazen hiç faytona binmeden yukarı kadar yürüyeyim diye niyetlendim, yoldan döndüm, kah gözüm yemedi oraya kadar yürümeyi, kah yollar ıssızdı tedirgin oldum. Mevsim kış, hafta içi, yukarısı çok tenha ise o son yokuşu tek başıma nasıl çıkarım ya başıma bir şey gelirse diye korktum... Hani anlık veriyordum ya kararları, o karar bir türlü verilemedi... Çok istiyordum evet, ama belki de yeteri kadar istemiyordum, belki de doğru zaman değildi.

O son gün daha bir farklıydım... En azından denemeliydim, bir adım atmalıydım, olmazsa yine olmazdı napalım, başka bir yerde ederdim duamı. Ama bir denemek istiyordum. Faytonlara doğru baktım, bir hareketlenme vardı, Arap turistler küçük bir sıra bile oluşturmaya başlamıştı. Bu hareket beni cesaretlendirdi, pame (haydi) dedim, atladım bir faytona, Aya Yorgi'ye gidiyorum dedim. Bir yukarı çıkayım da işler istediğim gibi gitmezse geri dönecektim, ilk adımı atmaktı önemli olan.

Yukarıda yokuşun başında bir kır restoranı var, hediyelikler de satılır orda, ona ugradım biraz bakındım, ne bomboştu ortalık ne hareketli, tek tük insanlar vardı. Sonra yokuşun başına gittim, bir aile vardı yukarı doğru yürüyen anne-baba-çocuk. Onlardan cesaret alarak başladım yukarı doğru yürümeye. O aile, beni yukarı doğru yola başlamak için cesaretlendiren, ancak yolun daha başından geri dönen ve birdaha hiç görmediğim o aile, sadece başlamam için verilen bir işaret gibiydi. Döndüklerini gördüğümde tereddüt ettim, ama ayaklarım yukarı doğru yürüyordu. Biraz daha yürüyünce yolda yapayalnız olduğumu iyice hissettim, ama yemyeşil orman yolu ve solda kalan deniz manzarası çok güzeldi, durmuyor devam ediyordum... Belki ilk defa o yokuşta hiç mola vermeden yürüyordum. Son dik yokuşa kadar tek bir kişi bile görmedim. Son yokuşa başlarken de yokuşun sonunda, genelde orda durup hediyelikler satan ve arada gitar çalan genci gördüm uzaktan. O da benim varış işaretimdi. Son bir gayret gittim onun yanına kadar. Kilise açık mı diye sordum, açık dedi... Çok mutlu, çok huzurlu ve bir zafer kazanmış gibiydim. Yolun geri kalanını coşkuyla bitirdim ve manastıra ulaştım...

Önce adanın arka tarafına, marmara denizinin açıklarına bakan banklarda oturdum biraz... Derin nefesler alıp verdim... Sonra kiliseye girdim... Allahım ne kadar şanslıydım, içeride ilahiler çalıyordu, sadece ben vardım... O gün o kilisede 5 tane mum yaktım... Kendim için ve sevdiklerim için beş ayrı mum... Bir sandalyeye oturdum dua etmek üzere, ve o gün, o kilisede, o sandalyede yarım saatten fazla oturdum... Kalbimdeki her şeyi istedim... Bütün sevdiklerim için dua ettim... Ve istediğim her şeyin en güzel şekilde olmasına yardım ettiği için Allah'a şükrettim... Çıktığımda bütün kalbimi teslim etmiş, yenilenmiş ve temizlenmiş hissediyordum... Uzun, derin nefesler aldım... O gün orda olduğum için, tek başıma da olsa oraya ulaşabildiğim için ve gönlümce ettiğim dua için defalarca teşekkür ettim...


Yokuşu inerken daha cesurdum, bildiğim, daha önce yalnız geçtiğim yollardan dönmenin güveniyle indim aşağı kadar... Bu sefer yolda birkaç kişi ile karşılaştım. Aşağı indiğimde tekrar o kır restoranına girdim.

Ben en çok iki şeyi severim hayatta, biri deniz biri ateş... Kır restoranına girdiğimde içerde şömine yanıyordu. Yiyecek birşeyler söyledim, kitabımı açtım... Sağımda ateş, solumda deniz... Öylece tadını çıkardım adanın şimdilik son kez...


İskeleye dönmek için çıktığımda fayton yoktu bekleyen... Sonra turistlere tur yaptıran bir fayton geldi. Restorandakiler beni de aşağı götürmesi için ricada bulundu, ben faytoncunun yanında, Arap müşteriler arkada, sevgili atlar Hadise ve Osman önde büyük ada turu yaparak döndük iskeleye...


Hayatta her şey en doğru ve en güzel zamanda kendiliğinden oluyordu... İstediğimiz şeyler gerçekleşsin diye kendimizi sıkmaya, zorlamaya ve olmuyor diye üzülmeye hiç gerek yoktu. Çünkü illaki doğru zaman gelecekti ve o zaman doğru adımları atarak coşkuyla yaşanacaktı yaşanması gereken... En güzel şekilde, kendiliğinden, akar gibi...














16 Ocak 2013 Çarşamba

Ne zaman akşam olsa orada, kulak ver senin için yapılan SEREN'ADA...

İtiraf ediyorum, "Seren" ve "ada" kelimelerini birleştirdiği için uydurdum bu başlığı... Ama sevdim de sonradan... Bazen diye düşündüm, o kadar karanlık akşamlar oluyor ki içimizde, ne bir ışık, ne yıldızlar, ne de yol gösteren bir işaret... Tek başımıza yürümek zorunda kaldığımız zorlu, zifiri-karanlık yollar... İşte o zamanlarda ihtiyacımız olan tek şey, tanrının, evrenin, doğanın... adı her ne ise, bizi büyük ve bitmez bir aşkla sevdiğini hatırlamak... Büyük aşkınızdan gecenin en güzel saatinde dinlediğiniz bir serenad misali... 
Bu Büyükada tatili bunları hatırlattı bana... Hatırlattı ki, bizi mutlu edecek tek kişi kendimiziz. Ve bizim mutlu edebileceğimiz tek kişi yine kendimiz. Yani ne başkalarından bizi mutlu etmesini bekleme lüksümüz var, ne de bizim başkasını mutlu etme yeteneğimiz. Mutluluk herkesin kendi içinde... Bunu yeni öğrenmedim, uzun yıllardır biliyordum bilmeye de, bazen bazı şeyleri tekrar tecrübe ettiriyor insana hayat... Sana da hoşgeldin demek düşüyor o ya da bu şekilde, gelene...
Bu tatile ne kadar ihtiyacım varmış... Günümü yavaş yaşamaya... Ağırdan, ama dolu dolu, doya doya... Sabah Büyükada'da masmavi gökyüzü ve balkonumun kenarından deniz manzarasına gözümü açtığımda ilk düşündüğüm şey bu oldu. Mutluydum bu tatili yapabildiğim için... Şükrederek uyandım... Öyle bir sabah ki, saatin önemi yok, yetişeceğim bir yer yok, bir yerden bir yere gidebilmek için yolda kaybedilen zamanlar yok... Öyle ki, karşıdan karşıya geçmek için beklemem gereken yeşil ışık yok! "Yapmam gereken" hiç bir şey yok yaşamaktan başka... Yani Nazım'ın dediği gibi, işim gücüm yaşamak burada... Hafife almaya gelmez... Bir kere, hakkını vermek lazım... Bu duygularla çıktım yataktan...

Hiç bir şey yapmasanız da, adada "uyanmak" başlı başına bir keyif, bir mutluluk, bir huzurdur...

Güne güzel başlamak için olmazsa olmazdır güzel bir kahvaltı. Otelin terasındaki kahvaltıya çıkarken tam da bunu düşünüyordum. Ve harika deniz manzarasının süslediği terasta beni mutlu edecek her şey vardı. Çay, peynir, domates, salatalık, simit... Çok daha fazlası da vardı kurabiyeler, kekler, sosisler... Ama benim için ilk saydıklarım zaten yeterli. Gazetelere şöyle bir göz attım, ayrıntılı bakmadan... Sonra biraz kitabıma baktım, biraz karşımdaki manzaraya... Bu harika günü yaşamaya çok hazırdım!

Birkaç gün buraya kaçacağımı söylediğimde birkaç arkadaşımın yorumu: "sıkılmayacak mısın" oldu... İlginç gelmişti bana bu soru, "neden sıkılayım ki" diye geçirmiştim içimden... Ve şimdi, günün heyecanı içinde, sıkılmak bir yana, bu günlerin her dakikasını hakkını vererek "yaşamak" derdindeyim diye düşündüm...

Bu tatilde iki kural koydum kendime. Tatil boyunca, bir oyun misali uygulanacak kurallar: 
İlk kuralımız "şimdi"yi yaşamak. Yani ne bir dakika öncesi var, ne bir dakika sonrası... Ne dün olanları hatırlıyorum, ne yarın olacaklar umurumda... O anda nerdeysem ve ne yapıyorsam bütün ruhum, bedenim ve duygularımla onu yapıyor olmalıyım. Kuralın bozulduğunu farkettiğim anda, diyelim ki yarın ne yapacağımla ilgili bir şey düşündüğümü farkettim, o düşünceyi orada durduruyorum.  Yarın ne yapacağım şu anda hiç umurumda değil, çünkü yarın ne yapmak isteyeceğimi bilmiyorum bile...

İşte ikinci kural da bu son cümleyle paralel... O anda ne yapmayı "istiyorsam" onu yapacağım. Bu çok anlık ve çok zevkli bir oyun. Örneğin bir yere gitmeye niyetlenmiş yürüyorken, arada soruyorum kendime, hala bu yola devam etmek istiyor muyum diye, bir nedenle biraz önceki kadar istemiyorsam, hop dönüveriyorum başka bir sokağa... Bunun sebebi her şey olabilir, yokuş çıkmaktan yorulmuş olabilirim, yollar tenhalaşmaya başlamış ve bu beni tedirgin etmiş olabilir, ya da hava güzelken deniz kenarına dönmek isteyebilirim... Yani niyetlendim, başladım diye bir şeyi bitirmeye ısrar etmek yok... Kendini zorlamak yok... Her yol ayrımında sorabilirsin, bu yürüyüş hala beni yeterince mutlu ediyor mu diye...
 
Bu kurallarla çıktım yola... İlk önce sahildeki kahvede çay içtim. Biraz denizi seyrettim, yeni kitabıma başladım, sadece önsözü okudum. Çarşı gezme, incik boncuk bakma hevesim var mı diye düşündüm, yoktu.. Gitmek istediğim yer belliydi, tepedeki Aya Yorgi kilisesi. Bütün ruhani duyguları yoğun hissettiğim, çok dualar ettiğim, çok dualarıma cevap aldığım... Ama nasıl gidecektim? Yol çok tenha olmaz mıydı? Faytona binmektense adada  yürümek istiyordum bir yandan, uzun bir yürüyüş yapmak... Hava o kadar güzeldi ki, bir kez daha, Tanrı, melekler, evren... adı her ne ise, benim tatilimi hayal ettiğimden bile daha güzel yapmak için yardımcı oluyor diye düşünüyordum... Temiz havayı soluyarak yürümek istiyordum, ve bedenimi yormak... Bedenimi yorarken kafamı tamamen boşaltabilmekti niyetim. Haritadan baktım, yürüyerek 40 dakika gösteriyordu mesafeyi, başladım yürümeye... Önemli olan kiliseye kadar yürüyüp yürümeyeceğim değildi, 40 dakika sonrası için planlar yapmıyordum bu tatilde, sadece önümde gördüğüm belki 100-200 metre içindi planlarım. Ve önümde gördüğüm sokak keyifli görünüyordu. Bu şekilde 15 dakika kadar yokuş çıktım, adanın sokaklarında okullu çocuklar geçti ara ara yanımdan, evlerine giden adalılar birbirleriyle selamlaştı... Bisikletli bir grup genç geçti, ne kadar yorulduklarından yakınarak... Ve sonunda toprak bir yola geldim, "hay Allah", yoldan geçen kimse yoktu, yolda, sağda solda atlar gördüm, sanırım benim için geri dönme vakti gelmişti... Geri dönecektim, belki o gün ya da ertesi gün faytonla giderdim kilise yokuşunun başına kadar... Belki de bu seferlik başka kiliseleri ziyaret ederdim... Dönüş yolunda sağımda kalan yeşillikler, ve yeşilliklerin arasında kalmış köy evi misali küçük ev oraya kadar yürüdüğüm için mutlu etti beni...


Dönüş yolu keyifliydi, istediğim sokaklara gire çıka süzüldüm aşağı doğru... Bankların olduğu bir kavşak vardı, oturdum yolun sonundaki denizi izledim biraz... Bir martı geldi yanıma yürüyerek, yine okuldan çıkmış delikanlılar koştu yokuş aşağı birbirlerini kovalayarak... "Mutluyum" diye düşündüm sık sık, mutlu ve huzurluydum...

Epey yürüdüm sokaklarda, yorulmuş ve biraz da acıkmıştım... Meydanda gördüğüm Starbucks çeliyordu aklımı. Biliyorum, Starbucks adanın dokusuna aykırıydı, ama geçerken manzarasının harika olduğunu görmüştüm. Ayrıca, benim için bir alışkanlıktı, dünyanın farklı yerlerinde Starbucks'ta sandviç ve cappuccino eşliğinde kitap keyfi... Olmazsa olmazımdı... Hele ki o Starbucks'ın böyle bir manzarası varsa... Hava o kadar güzeldi ki hala, uzun uzun dışarıda oturabildim...

Odama döndüğümde akşam olmak üzereydi. Kışın akşamları yapacak pek bir şey olmuyor adada... Yemeğe çıkmadan önce odamda birkaç mum yaktım ve birşeyler yazdım. Zaman nasıl geçti anlamadım... Dışarı çıkmadan Fransız balkonumdan bir kere daha deniz manzarasına baktım, odamdan denizi görebildiğim için mutluydum...




Rakı için ne demiş Nazım, "Bu meret öyle bir merettir ki ..... Bir tek salakla içilmez". E karşımda koca İstanbul'un ışıkları... Peynir var, meze var, lüfer de var dediler... Yalnız da olsa içilir o zaman pek ala dedim... Bir duble söyledim... Sağlığa içtim...

Ben iki şeyi en çok severim hayatta... İki şey her zaman meditatif olmuştur benim için, ruhumu temizlemiştir... Biri deniz, diğeri ateş... Tezata bakın ki, ikisi bir arada olmayı sevmezler... Bu güzel akşamın sonunda otelime döndüğümde lobideki şömine yanmıştı benim için... Önce boş boş oturdum başında... Baktım alevlere... Sonra hayatımda olmasını istediklerimle ilgili bir mektup yazdım evrene ve Tanrı'ya... Ve bu tatilde bu adada bırakacaklarım, tamamen evrene teslim edeceklerimle ilgili... Ve sevdiklerimin iyiliğiyle ilgili... Mektubumu şöminede yakarak tamamen teslim ettim dileklerimi dünyaya, ve en doğru zamanda ve en coşkulu şekilde gerçekleşecekleri için teşekkür ettim...

Bu tatil başlı başına bir meditasyon benim için... Kendimi mutlu etmeyi hatırlayabilmek amaç... Kalan zamanımı da bu iki kurala uygun oynayarak geçireceğim... Dolayısıyla, devamını yazar mıyım, yazmak ister miyim, bilemiyorum :) Bildiğim tek şey, kendimize bu çeşit zamanlar ayırabilmenin ne kadar kıymetli olduğu... Mutluluk sadece kendi içimizde...