16 Ocak 2013 Çarşamba

Ne zaman akşam olsa orada, kulak ver senin için yapılan SEREN'ADA...

İtiraf ediyorum, "Seren" ve "ada" kelimelerini birleştirdiği için uydurdum bu başlığı... Ama sevdim de sonradan... Bazen diye düşündüm, o kadar karanlık akşamlar oluyor ki içimizde, ne bir ışık, ne yıldızlar, ne de yol gösteren bir işaret... Tek başımıza yürümek zorunda kaldığımız zorlu, zifiri-karanlık yollar... İşte o zamanlarda ihtiyacımız olan tek şey, tanrının, evrenin, doğanın... adı her ne ise, bizi büyük ve bitmez bir aşkla sevdiğini hatırlamak... Büyük aşkınızdan gecenin en güzel saatinde dinlediğiniz bir serenad misali... 
Bu Büyükada tatili bunları hatırlattı bana... Hatırlattı ki, bizi mutlu edecek tek kişi kendimiziz. Ve bizim mutlu edebileceğimiz tek kişi yine kendimiz. Yani ne başkalarından bizi mutlu etmesini bekleme lüksümüz var, ne de bizim başkasını mutlu etme yeteneğimiz. Mutluluk herkesin kendi içinde... Bunu yeni öğrenmedim, uzun yıllardır biliyordum bilmeye de, bazen bazı şeyleri tekrar tecrübe ettiriyor insana hayat... Sana da hoşgeldin demek düşüyor o ya da bu şekilde, gelene...
Bu tatile ne kadar ihtiyacım varmış... Günümü yavaş yaşamaya... Ağırdan, ama dolu dolu, doya doya... Sabah Büyükada'da masmavi gökyüzü ve balkonumun kenarından deniz manzarasına gözümü açtığımda ilk düşündüğüm şey bu oldu. Mutluydum bu tatili yapabildiğim için... Şükrederek uyandım... Öyle bir sabah ki, saatin önemi yok, yetişeceğim bir yer yok, bir yerden bir yere gidebilmek için yolda kaybedilen zamanlar yok... Öyle ki, karşıdan karşıya geçmek için beklemem gereken yeşil ışık yok! "Yapmam gereken" hiç bir şey yok yaşamaktan başka... Yani Nazım'ın dediği gibi, işim gücüm yaşamak burada... Hafife almaya gelmez... Bir kere, hakkını vermek lazım... Bu duygularla çıktım yataktan...

Hiç bir şey yapmasanız da, adada "uyanmak" başlı başına bir keyif, bir mutluluk, bir huzurdur...

Güne güzel başlamak için olmazsa olmazdır güzel bir kahvaltı. Otelin terasındaki kahvaltıya çıkarken tam da bunu düşünüyordum. Ve harika deniz manzarasının süslediği terasta beni mutlu edecek her şey vardı. Çay, peynir, domates, salatalık, simit... Çok daha fazlası da vardı kurabiyeler, kekler, sosisler... Ama benim için ilk saydıklarım zaten yeterli. Gazetelere şöyle bir göz attım, ayrıntılı bakmadan... Sonra biraz kitabıma baktım, biraz karşımdaki manzaraya... Bu harika günü yaşamaya çok hazırdım!

Birkaç gün buraya kaçacağımı söylediğimde birkaç arkadaşımın yorumu: "sıkılmayacak mısın" oldu... İlginç gelmişti bana bu soru, "neden sıkılayım ki" diye geçirmiştim içimden... Ve şimdi, günün heyecanı içinde, sıkılmak bir yana, bu günlerin her dakikasını hakkını vererek "yaşamak" derdindeyim diye düşündüm...

Bu tatilde iki kural koydum kendime. Tatil boyunca, bir oyun misali uygulanacak kurallar: 
İlk kuralımız "şimdi"yi yaşamak. Yani ne bir dakika öncesi var, ne bir dakika sonrası... Ne dün olanları hatırlıyorum, ne yarın olacaklar umurumda... O anda nerdeysem ve ne yapıyorsam bütün ruhum, bedenim ve duygularımla onu yapıyor olmalıyım. Kuralın bozulduğunu farkettiğim anda, diyelim ki yarın ne yapacağımla ilgili bir şey düşündüğümü farkettim, o düşünceyi orada durduruyorum.  Yarın ne yapacağım şu anda hiç umurumda değil, çünkü yarın ne yapmak isteyeceğimi bilmiyorum bile...

İşte ikinci kural da bu son cümleyle paralel... O anda ne yapmayı "istiyorsam" onu yapacağım. Bu çok anlık ve çok zevkli bir oyun. Örneğin bir yere gitmeye niyetlenmiş yürüyorken, arada soruyorum kendime, hala bu yola devam etmek istiyor muyum diye, bir nedenle biraz önceki kadar istemiyorsam, hop dönüveriyorum başka bir sokağa... Bunun sebebi her şey olabilir, yokuş çıkmaktan yorulmuş olabilirim, yollar tenhalaşmaya başlamış ve bu beni tedirgin etmiş olabilir, ya da hava güzelken deniz kenarına dönmek isteyebilirim... Yani niyetlendim, başladım diye bir şeyi bitirmeye ısrar etmek yok... Kendini zorlamak yok... Her yol ayrımında sorabilirsin, bu yürüyüş hala beni yeterince mutlu ediyor mu diye...
 
Bu kurallarla çıktım yola... İlk önce sahildeki kahvede çay içtim. Biraz denizi seyrettim, yeni kitabıma başladım, sadece önsözü okudum. Çarşı gezme, incik boncuk bakma hevesim var mı diye düşündüm, yoktu.. Gitmek istediğim yer belliydi, tepedeki Aya Yorgi kilisesi. Bütün ruhani duyguları yoğun hissettiğim, çok dualar ettiğim, çok dualarıma cevap aldığım... Ama nasıl gidecektim? Yol çok tenha olmaz mıydı? Faytona binmektense adada  yürümek istiyordum bir yandan, uzun bir yürüyüş yapmak... Hava o kadar güzeldi ki, bir kez daha, Tanrı, melekler, evren... adı her ne ise, benim tatilimi hayal ettiğimden bile daha güzel yapmak için yardımcı oluyor diye düşünüyordum... Temiz havayı soluyarak yürümek istiyordum, ve bedenimi yormak... Bedenimi yorarken kafamı tamamen boşaltabilmekti niyetim. Haritadan baktım, yürüyerek 40 dakika gösteriyordu mesafeyi, başladım yürümeye... Önemli olan kiliseye kadar yürüyüp yürümeyeceğim değildi, 40 dakika sonrası için planlar yapmıyordum bu tatilde, sadece önümde gördüğüm belki 100-200 metre içindi planlarım. Ve önümde gördüğüm sokak keyifli görünüyordu. Bu şekilde 15 dakika kadar yokuş çıktım, adanın sokaklarında okullu çocuklar geçti ara ara yanımdan, evlerine giden adalılar birbirleriyle selamlaştı... Bisikletli bir grup genç geçti, ne kadar yorulduklarından yakınarak... Ve sonunda toprak bir yola geldim, "hay Allah", yoldan geçen kimse yoktu, yolda, sağda solda atlar gördüm, sanırım benim için geri dönme vakti gelmişti... Geri dönecektim, belki o gün ya da ertesi gün faytonla giderdim kilise yokuşunun başına kadar... Belki de bu seferlik başka kiliseleri ziyaret ederdim... Dönüş yolunda sağımda kalan yeşillikler, ve yeşilliklerin arasında kalmış köy evi misali küçük ev oraya kadar yürüdüğüm için mutlu etti beni...


Dönüş yolu keyifliydi, istediğim sokaklara gire çıka süzüldüm aşağı doğru... Bankların olduğu bir kavşak vardı, oturdum yolun sonundaki denizi izledim biraz... Bir martı geldi yanıma yürüyerek, yine okuldan çıkmış delikanlılar koştu yokuş aşağı birbirlerini kovalayarak... "Mutluyum" diye düşündüm sık sık, mutlu ve huzurluydum...

Epey yürüdüm sokaklarda, yorulmuş ve biraz da acıkmıştım... Meydanda gördüğüm Starbucks çeliyordu aklımı. Biliyorum, Starbucks adanın dokusuna aykırıydı, ama geçerken manzarasının harika olduğunu görmüştüm. Ayrıca, benim için bir alışkanlıktı, dünyanın farklı yerlerinde Starbucks'ta sandviç ve cappuccino eşliğinde kitap keyfi... Olmazsa olmazımdı... Hele ki o Starbucks'ın böyle bir manzarası varsa... Hava o kadar güzeldi ki hala, uzun uzun dışarıda oturabildim...

Odama döndüğümde akşam olmak üzereydi. Kışın akşamları yapacak pek bir şey olmuyor adada... Yemeğe çıkmadan önce odamda birkaç mum yaktım ve birşeyler yazdım. Zaman nasıl geçti anlamadım... Dışarı çıkmadan Fransız balkonumdan bir kere daha deniz manzarasına baktım, odamdan denizi görebildiğim için mutluydum...




Rakı için ne demiş Nazım, "Bu meret öyle bir merettir ki ..... Bir tek salakla içilmez". E karşımda koca İstanbul'un ışıkları... Peynir var, meze var, lüfer de var dediler... Yalnız da olsa içilir o zaman pek ala dedim... Bir duble söyledim... Sağlığa içtim...

Ben iki şeyi en çok severim hayatta... İki şey her zaman meditatif olmuştur benim için, ruhumu temizlemiştir... Biri deniz, diğeri ateş... Tezata bakın ki, ikisi bir arada olmayı sevmezler... Bu güzel akşamın sonunda otelime döndüğümde lobideki şömine yanmıştı benim için... Önce boş boş oturdum başında... Baktım alevlere... Sonra hayatımda olmasını istediklerimle ilgili bir mektup yazdım evrene ve Tanrı'ya... Ve bu tatilde bu adada bırakacaklarım, tamamen evrene teslim edeceklerimle ilgili... Ve sevdiklerimin iyiliğiyle ilgili... Mektubumu şöminede yakarak tamamen teslim ettim dileklerimi dünyaya, ve en doğru zamanda ve en coşkulu şekilde gerçekleşecekleri için teşekkür ettim...

Bu tatil başlı başına bir meditasyon benim için... Kendimi mutlu etmeyi hatırlayabilmek amaç... Kalan zamanımı da bu iki kurala uygun oynayarak geçireceğim... Dolayısıyla, devamını yazar mıyım, yazmak ister miyim, bilemiyorum :) Bildiğim tek şey, kendimize bu çeşit zamanlar ayırabilmenin ne kadar kıymetli olduğu... Mutluluk sadece kendi içimizde...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder